Yolculuk

Gün batımında, Bostancı’ya düdüğünü öttürerek girdi hızlı tren. Elindeki küçük valizle bindi Zeynep trene. Yolculuk Ankara’ya.

Hızlı trenin business vagonunda, tek kişilik koltukta, yolculuk ediyordu. Öğlene doğru annesi arayarak vermişti haberi. Babası kalp krizi geçirmiş, ölmüştü. Üstelik annesi temizlik yaparken, odasındaki koltukta, televizyon seyrederken. Cenaze uzaktan gelecek yakınları için ertesi gün kalkacaktı.

En son altı ay önce gitmişti Ankara’ya. Annesini o zaman görmüştü. Ama babası daha iki ay önce evini taşırken yardıma gelmişti ona. Ahşap portmantoyu o kurmuştu. Ne çok eğlenmişlerdi portmantoyu kurarken. Birlikte alış veriş yapmışlardı. Bütün gün evi yerleştirmekle uğraşıp akşam babasının yaptığı makarna ile şarap içip uzun uzun sohbet etmişlerdi. Sohbet aralarında annesini çekiştirmekten de geri kalmamışlardı.

Tren düdüğünü öttürerek Pendik istasyonuna girdi.

Annesini son gördüğünde çok şiddetli bir tartışma yaşamışlardı. Çalıştığı dergide kadına şiddet konulu bir yazı dizisi hazırlıyordu. “Farklı bir konu yok muydu yazacak?” diye başlamıştı tartışma. Annesi her zamanki gibi geçmişi deşerek, bağıra bağıra konuşuyordu. Hiç kabullenmemişti üniversiteyi İstanbul’da okumasını. Bir de mezun olduktan sonra Ankara’ya dönmeyip hayatına İstanbul’da devam edeceğini öğrendiğinde yıkmıştı ortalığı. “Kadın başına İstanbul’da ne işin var? Burası da büyük şehir, dönmezsen hakkımı helâl etmem,” demişti. Hatta bu yüzden babası ile de çok şiddetli kavgalar etmiş, kızının bu kararına da destek olduğu için aylarca küsmüştü ona. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen son görüşmelerinde ev aldığını söylediğinde yine benzer olaylar yaşanmıştı. Artık hiç ihtimal kalmamıştı Ankara’ya dönmesi için, evini de almış, iyice yerleşmişti İstanbul’a kızı.

Trenin penceresinden dışarıya bakarken annesi ile yaşadığı her tartışmada babasının hep onun yanında duruşunu düşünüyordu. Nasıl ölmüştü babası? Yardım istemiş miydi? Acı çekmiş miydi? Bir şeye mi sinirlenmişti ya da üzülmüştü? Cenaze işlemleri ile kim ilgileniyordu? Annesinin temizliği bitmiş miydi? Soruları cevapsızdı, gidince öğrenecekti hepsini.

Tren düdüğünü öttürerek Gebze istasyonuna girdi. Vagonun ışıkları yandı.

Hava karardığı için dışarısı görünmüyordu. Zeynep kafasında sorularla, trenin penceresinde kendi yansımasını görüyordu. Vagonun kapısı açıldı. Başını pencereden vagonun kapısını görecek şekilde sola eğdi. İçeriye üç kişi giriyordu. Akşam karanlığında güneş gözlüğü takmış, siyah kaşmir paltosunun yakalarını iyice kaldırmış, yetmişli yaşlarda, iri yarı bir adam girdi içeriye. Elinde valizi yoktu. Bu sırada tren düdüğünü öttürerek hareket etmişti bile. Adamın arkasından bir kadın ve on yaşlarında bir kız çocuğu girdi vagona. Kadının başında, kenarlıklı, havalı bir beyaz şapka, üstünde dizlerine kadar uzun beyaz bir kürk, ayaklarında uzun deri, topuklu, beyaz çizmeler var. Kız çocuğu ise ağzı burnu kırmızı bir atkıyla gözlerine kadar kapalı, kapüşonlu siyah bir mont giyinmiş. İçeriye ilk giren adam, paltosunu çıkarıp tam önündeki tekli koltuğa yerleşti. Adamın paltosunu çıkarmasıyla tanıdık bir koku yayıldı vagona. Kadın ile kız onun sol arka çaprazında iki kişilik koltuklara yerleşiyorlardı. Kadın önce çantasından çıkardığı bir spreyi oturacakları koltukların üstüne ve çevresine sıktı. Kız öylece bekliyordu. Koltuklar ve çevresini spreyleme işi biten kadın, kızın üstünü çıkartıp, silkeleyerek penceredeki askıya özenle astı. Kıza, cam tarafına oturması için yol verdi. Sonra kendi üstündeki kürkü çıkarıp kızın montunun yanına astı. Şapkasını baş üstü dolabına, spreyleyip özenle koydu ve koridor tarafındaki koltuğa oturdu. Bu arada vagonun ışıkları söndü.

Zeynep, vagondaki bu hareketliliği izledikten sonra tekrar başını pencereye doğru çevirdi. Derin bir nefes aldı. Kokuyu duydu yine. Bu koku önündeki koltukta oturan adamdan geliyordu. Birden hatırladı, bu koku babasının yıllar önce kullandığı tıraş losyonunun kokusuydu. Hâlâ var mıydı bu losyon? O çocukken babası böyle kokardı. Annesi hiç sevmezdi. Her tıraştan sonra “Yine mi sürdün bu losyonu?” derdi. Oysa Zeynep çok severdi babasının kokusunu. Trenin penceresinden, babasının yanağına yapışmış, onu ardı ardına öpen çocukluğunu gördü. Annesi arkalarında bir gölge gibi söylenirken.

Biraz uyuyabilmek için gözlerini kapadı, başını pencereye yasladı. Sol arka çaprazındaki kızın “Film seyredebilir miyim anne?” diye sorduğunu duydu. Kadın cevap olarak “Hayır, şimdi değil, önce biraz kitap oku, sonra seyredersin, sonra da biraz uyuman lâzım,” dedi. Zeynep, gözleri kapalı uyumaya çalışırken gülümseyerek kafasını sanki hayır anlamında iki yana salladı.

Üniversite için İstanbul’a gidene kadar hayatını hep annesi kontrol etmişti. Sınav sonuçları açıklandığında tercihlerine annesinden gizli, babası ile birlikte, sonradan ekledikleri, Boğaziçi Üniversitesi sosyoloji bölümünü tutturduğunu öğrenince çok mutlu olmuştu. Annesi o zaman da olay çıkarmış onu yalancılık ve sahtekârlıkla suçlamıştı. Oysaki annesine göre Zeynep, öğretmen olmalıydı. Bir kadın için en ideal meslekti öğretmen olmak. Ankara’da okumalıydı. Evden ayrılmamalıydı.

Görevlinin “Hanımefendi, biletinizi görebilir miyim?” sesiyle gözlerini açtı. Vagonun beyaz ışığı gözlerini kamaştırdı. Uyumuş olmalıydı. Sersemlemiş bir halde görevliye “Neredeyiz?” diye sordu. Görevli, “Biraz önce Bozüyük’ten ayrıldık,” dedi. Yanına sıkıştırdığı çantasından biletini çıkarıp gösterdi görevliye. Şöyle bir etrafına bakındı. Vagona Gebze’den sonra yeni yolcu gelmemişti. Koltukların çoğu boştu. Biraz daha uyumak istiyordu. Hızla yol alan trenin penceresinden bakmaya devam etti. Vagonun ışıkları söndü.

Öndeki adam sanki hiç kıpırdamıyordu. Ama kokusu vagonda dolaşmaya devam ediyordu. Pencereden yansımasına bakıp nasıl biri olduğunu anlamaya çalıştı. Çok iyi seçemese de siyah gözlükler hâlâ gözündeydi sanki. Sol arka çaprazına baktı. Kız tepesindeki okuma lâmbasının ışığında kitap okuyor, annesi de baston yutmuş gibi dimdik oturuyordu koltuğunda. Gülümseyerek döndü ve tekrar pencereden dışarıya bakmaya başladı. Sokak lâmbaları ve evlerin ışıkları hızla geçiyordu penceredeki yansımasının ardından.

İki gün önce babasıyla yaptığı konuşmayı düşündü. “Kalemini biraz yumuşat kızım, hedef olma, dikkatli ol,” demişti, “akıllı ol, devir kötü. Kendine de dikkat et…” son konuşmalarıydı bu. Başını pencereye dayadı ve uyuyabilmek için gözlerini kapadı.

Tren düdüğünü öttürerek Eskişehir garına girdi.

Zeynep sıçrayarak gözlerini açtı. Vagonun beyaz ışıkları yanmıştı. Işıktan rahatsız olup açıp kapadı gözlerini. Az da olsa uyumuş olmak iyi gelmişti. Koltuğunda biraz kıpırdandı, pencereden sarı ışıkla aydınlanmış Eskişehir garını, yolcularını uğurlayanların hareketliliği arasında tahinli çörek satan çocuğu gördü. Üstünde incecik bir ceket vardı, soğuktan elleri, burnu kıpkırmızıydı. Ağzından konuşurken çıkan buhar başının çevresinde dans ediyordu. Elindeki tepside tahinli çörekler sıralıydı. Babası ile çok severlerdi tahinli çöreği. Hızlıca oturduğu koltuktan kalktı. Aşağı inip o çocuktan tahinli çörek alarak tekrar yerine döndü. Koltuğuna otururken kokunun sahibi adama baktı. Hiç hareket etmiyordu. Öylece, omuzlarını düşürmüş, siyah gözlükleri gözünde oturuyordu. “Tahinli çörek ister misiniz?” diye sordu ama adam cevap vermedi.

Tren düdüğünü öttürerek hareket etti. Vagonun ışıkları söndü.

Zeynep aldığı tahinli çörekten sol arka çaprazında oturan küçük kıza ikram etmek istedi, annesi küçük kızın cevap vermesine fırsat vermeden, “Hayır, teşekkürler, bu saatte yemez,” dedi. Zeynep bir yandan tahinli çöreğini yerken bir yandan da pencereden dışarıya bakıyordu. Göz kapakları ağırlaşmıştı. Hızlıca hareket eden şehir ışıklarının her birinde kadın silüetleri görüyordu. Kocası tarafından öldüresiye dövülen kadın, tacize uğrayan kadın, çocuk yaşta evlendirilen kadın, iş hayatında sadece kadın olduğu için mobbing gören, bastırılmış, sindirilmiş, korkutulmuş kadın, kadınlar…

Tahinli çöreği yerken boğazına takıldı. Ardı ardına öksürdü. Önündeki koltukta oturan, siyah gözlüklü adam, tanıdık kokunun sahibi, oturduğundan beri ilk defa hareketlendi. Kalktı yerinden Zeynep’e doğru dönerek küçük su şişesini uzattı. “Su iç kızım, taze tahinli çörek, hızlı yersen böyle takılır boğazına işte,” dedi. Zeynep dilini yutmuş gibi, hiçbir şey söylemeden yavaşça su şişesini aldı adamın elinden. Şişenin kapağını açıp bir yudum su içti. Hiçbir şey söylemeden adama baktı. Adam onun elini kocaman elinin içine aldı; “Kendine dikkat et kızım, sana öğrettiğim gibi doğru bildiğin yolda yürümeye devam et. Anneni de ihmal etme, yalnız kaldı artık. Onu olduğu gibi kabul et ve daha sık ara olur mu?” “Baba? Baba sen misin?”

Tren düdüğünü öttürerek Ankara garına giriyordu. Vagonun beyaz ışıkları yandı.

Zeynep, “Baba!” diyerek uyandı. Terlemişti. Gözlerini açtığında önündeki koltuğa baktı, boştu. Kucağında tahinli çöreğin kırıntıları olan kâğıt vardı. Vagondaki diğer yolcular hareket halindeydi. İnmek için hazırlanıyorlardı. Sol arka çaprazına baktı, daha önce görmediği iki kişi vardı koltukta, onlar da inmek için hazırlanıyorlardı. Kucağındaki kırıntılar olan kâğıdı yavaşça katladı, buruşturup koltuğun yanındaki çöpe attı.

Tren Ankara garında durdu. Zeynep, baş üstü kabininden küçük valizini alıp siyah montunu giydi. Kırmızı atkısını da boynuna dolayıp trenden indi. Sisli, buz gibi Ankara havasını içine çekip arkasından valizini sürüyerek gardan çıktı.

09.02.2021