“Kaç yaşında olursan ol, uyuyunca geçecekmiş gibi gelecek.
Kaç yaşında olursan ol, uyuyunca geçmeyecek.”
Cesare Pavese
Bir aylık izninin son gecesiydi. Ilık bir duş alıp geçen yıl doğum gününde, en sevdiği arkadaşının aldığı, lacivert ipek kumaşın üzerinde sarı yıldız ve gülümseyen aydede desenleri olan pijamasını giydi. Başucu lâmbasını yakıp odanın ışığını kapattı. Yastığını biraz yükseltip derin bir nefes alarak uzandı yatağın sağ tarafına.
Başucundaki komodinin üstündeki Xanax kutusu, su dolu bir bardak, okuma gözlüğü, henüz dört sayfasını okuduğu Cesare Pavese’nin ‘Yalnız Kadınlar Arasında’ romanı, buruşturulmuş bir kâğıt mendil ve cep telefonu, tam ortalarında duran ferforje lambanın sarı ışığıyla aydınlanıyordu. Sol yanı bomboş, karanlık. Karanlığa çevirdi yüzünü. Soldaki komodinin üstünde yelkenli maketini gördü bir an. Âdeta spot ışıkla aydınlanmıştı. İrkildi. Gözü, kapatmadığı pencereye takıldı. Tül kıpırdamıyordu. Hava çok sıcaktı. Derin bir nefes daha aldı, çevirdi tekrar yüzünü sağ yanına. Xanax kutusuna baktı. Uyumak için ihtiyacı yoktu artık ona. Almamalıydı. Kutuyu komodinin üzerinden alarak çekmecesine koydu. Yatağın tam karşısındaki gardırobun aynasında kendisini izledi. Yatağın içinde öylece oturan kendisini. Bir noktaya odaklandı. Daha dikkatli baktı. Makyajsız yüzündeki yaraydı gördüğü.
Sağ elini sağ yanağının üzerine koydu yavaşça, okşadı. Canı bir şeye sıkıldığında kocası okşardı böyle. “Denizin ortasında hayal et kendini,” derdi.
Parmaklarını yaranın üzerinde gezdirmeye başladı yavaşça. Kabuğu kalkmış. Elmacık kemiğinden çenesine kadar yarım ay şeklinde sanki. Yara izi.
Bir ay önce onun ısrarı ile kocasıyla, Ege ve Akdeniz koylarını Göcek’ten binecekleri yelkenliyle dolaşmak için çıktılar yola. Çok uzun zamandır birlikte üç günden fazla tatil yapamamışlardı. Kocası yoğun iş temposundan dinlenmeye zaman ayıramıyordu. Nihayet uzun bayram tatili ile birleştirdikleri yıllık izinleri sayesinde yirmi gün uzaklaşacaklardı kaotik yaşamdan. Daha yelkenliye bile ulaşamadan yolda, araba kullanırken kalp krizi geçirdi kocası. Krizin etkisiyle direksiyon hâkimiyetini kaybettiğinde, araba üç takla attı ve refüje çarparak durdu. Gözünü hastane yatağında açtığında kocasının kaotik yaşamdan tamamen uzaklaştığını öğrendi. O kaza ânını hiç hatırlamadı. Tek hatırladığı kocasının; “Koluma feci bir ağrı saplandı,“ diyerek acıyla kıvranmasıydı. Kaza sırasında kocasının da yüzünün sağ tarafı, patlayan camın dağılan parçaları ile kesilmişti. Onun hayatta kalması ise tam bir mucizeydi.
Kocasının mezarı başında, iş arkadaşlarının; “Yüzü paramparça olmuş, yazık, çok yazık!” diye konuşmalarını duyduğunda tekrar tekrar geçmişi yaşadı.
Yatağın içinde kıpırdandı, çekmeceyi açıp Xanax kutusunu eline aldı.
İçsem mi? Olmayacak. Uyuyamayacağım. İçsem mi? Bu gece de içeyim, bir daha içmem. Yok. Hayır içmeyeceğim. Keşke burada olsa da bana içme deseydi. Ama yok. Yalnızım artık. Şimdi bırakmazsam bir daha bırakamam. İçmeyeceğim.
Annesi alkol bağımlılığı yüzünden siroz hastalığından öldüğünde daha çok küçüktü, on yaşındaydı. Babasının anlattığı hikâyelerle uykuya dalabiliyordu. Beş yıl önce çok sevdiği babasını da akciğer kanserinden kaybettiğinde doktor vermişti Xanax’ı. Kolayca uyuduğunu fark ettiğinde başucundaki komodinin vazgeçilmez bir parçası oldu Xanax. İçmeyi bırakması da çok uzun sürdü. Hissettiği suçlulukla, kendisine çocukluğunu hatırlatan herkesi o dönemde çıkarmıştı hayatından. Kocasının telkinleri ve desteğiyle, zor da olsa sonunda başarmıştı Xanax içmeden uyumayı. Şimdi kendisi, tek başına da başarabilirdi.
Kutuyu tekrar aldığı yere koydu ve çekmeceyi kapattı. Göz kapakları ağırlaşmaya başlamıştı sanki. Yine karşısındaki aynada kendine bakıyordu. “Yüzü paramparça olmuş, yazık çok yazık!”
Beş yaşındaydı. Babası evlerinin yakınındaki boş arazide ona ve kız kardeşine bisiklete binmeyi öğretiyordu. İkisinin de üstünde kırmızı İspanyol paça kot pantolon, beyaz üzerine kırmızı çiçekli tişört vardı. Ayaklarında beyaz Esem spor ayakkabılar. Lüle lüle uzun sarı saçları atkuyruğu, sadece kurdeleleri farklı, birininki kırmızı, diğerininki beyaz. Babasının seleden tutmamasını ilk söyleyen o oldu. Bıraktığında da çok güzel ilerledi. Sevinçten çığlık atarak; “Başardım, bak gidiyorum, kendi başıma! Hadi sen de yapabilirsin!” deyince kardeşi de babasından onu tutmamasını istedi. Önce biraz yalpaladı, sonra öyle hızlandı ki çakılı bol arazide sert bir şekilde düştü. Sağ tarafının üstünde öylece hareketsiz yatıyordu. Babası kardeşini yerden kaldırıp kucakladığında gördü yüzünün nasıl parçalandığını. Babası ile annesi kardeşini hastaneye götürdüklerinde o komşuda bekledi. Bekleyiş günlerce sürdü. Komşuları, sadece bir kere kardeşini görmesi için hastaneye götürdü onu.
Hastaneye gelene kadar annesine, komşu teyzede nasıl uslu durduğunu, kardeşine de ‘Heidi’nin kaçırdığı bölümlerini anlatacağını düşündü. Kardeşinin yattığı odanın kapısının önündeydi. Komşu teyzenin elini iyice sıktı küçücük eliyle. “Hadi canım, sen gir içeri. Ben bekliyorum burada,” demesiyle, elini bıraktı ve heyecanla açtı odanın kapısını. “Ben geldim!” Sessizlik. Odanın tam ortasında yatak, yatağın sol tarafında annesi sağ tarafında babası sandalyede oturuyorlardı. Babası gülümseyerek “Gel bakalım cimcime,” dedi oturduğu yerden. Nasıl da özlemişti onları. Yatakta yatan kardeşi miydi? Çekinerek, hatta biraz da korkarak yaklaştı yatağa. Kafası kaşlarına kadar sarılı, sargının üstüne geçirilmiş beyaz bir file vardı. Bu haliyle, kocaman beyaz bir tas geçirilmişti sanki kafasına. Gözleri mosmor, balon gibi şişti. Yüzünün sağ tarafındaki açık yara ise kafasının büyüklüğünden daha korkunç geldi ona. İkiz kardeşi tanınmaz haldeydi. Gülümseyerek elini tutmak istedi. Kardeşi ise ağlayarak “Senin yüzünden!” diyerek kafasını çevirmeye çalıştı babasına doğru. “Gitsin o! Baba, gitsin!” dedi ve babasının elinden tuttu. O ise dudaklarını kemirerek, öylece kalakaldı. Yardım ister gibi, bir annesine bir babasına baktı. Annesi; “Tamam, hadi, sonra gelirsin yine,” derken kardeşini sakinleştirmek için onun elini tutmuştu bile. Ağlayarak çıktı odadan. Komşu teyzenin elini çekinerek tuttu.
Günler sonra annesi ile babası yalnız döndüler eve. Annesi artık onun saçlarını taramıyordu. Babası bisikletini çöpe atmıştı.
Boynunun ağrısı ile gözlerini açtığında gün ışımıştı. Hafif bir rüzgâr da çıkmıştı. Pencereyi kapatan beyaz tül odanın içine doğru uçuşuyordu. Başucundaki cep telefonunun saatine baktı: 06:32. Yarım saat sonra kalkacaktı normalde. O gün işe başlayacaktı tekrar. Yaşam eksilttikleri ile kaldığı yerden devam edecekti.
Uyumuş muyum? Ne zaman uyudum ben? Oturarak uyumuşum. Xanax’dan iyidir. Ya da uyumamaktan. Ne kadar uyudum ki?
Boynunu ovarak, hareket ettirerek yatağın hiç bozulmamış sol tarafına baktı. Boş. Sol tarafın karşısındaki aynanın sırlarının döküldüğünü o an fark etti sanki. Kalktı yataktan. Banyoya doğru yöneldiğinde durdu. Yatağın içinde otururken kendine baktığı aynanın önündeydi. Sırları dökülmemiş tarafında, onu olduğu gibi yansıtan aynanın karşısında. Yeni doğan güneş aydınlatıyordu odayı. Hafif rüzgârın etkisiyle uçuşan tülün aynadaki yansıması ile yine uzun uzun baktı kendine. Sağ elinin parmaklarını pürüzsüz cildinde gezdirirken gülümsedi.
(Nisan 2021 “UYKUDAN ÖNCE PANDEMİDEN SONRA” Kollektif Kitabında)