Yanıldığını anladı…
Oysaki hiç bırakmayacak zannediyordu onu. Her ihtiyacı olduğunda yanında olacak, desteğini esirgemeyecekti. Özletmeyecekti kendini.
Telefonunun rahatsız edici alarm sesi ile uyandı. Kısa bir süre gerçekle rüya arasında gidip geldi. Gördüğü rüyanın etkisinde, yavaşça yataktan kalkıp, “Keşke saat çalmasaydı, rüya devam etseydi sadece sesini değil yüzünü de görseydim. Kimdi o?” diye düşünürken, günlük rutinine girdi.
Emekli olduğundan beri hafta içi sabahları evin sessizliğine ilk uyanan oydu. Önce kızını öperek uyandırdı. O okula gitmek için hazırlanırken, kendisi yukarı çıkıp kızının kahvaltısını hazırladı. Servise yetişmek için hızlıca beyaz peynirli tostunu, yeşil çayı ile birlikte yiyen kızını okula yolcu etti.
Ardından eşi de uyandı. Sabah alışkanlığı, telefonunda yüklü spotify’dan müzik açmıştı. Teoman’ın ‘İstanbul’da Sonbahar’ şarkısı çalıyordu. Eşi bir yandan hazırlanırken bir yandan da şarkıya eşlik ediyordu; “Tam da güne uygun bir şarkı oldu, hava yağacak bugün herhalde,” dedi ama o şarkının sözleri ile birlikte hâlâ rüyasındaydı. Cevap vermedi eşine. Zaten bu tarihlerde eşi ona karşı daha hassas ve anlayışlı olurdu. Birlikte geçirdikleri yıllar ve paylaşımları, birbirlerini çok iyi tanımalarını sağlamıştı. Konuşmadan da birbirlerini doğru anlayabiliyorlardı.
Eşi de bir şeyler atıştırıp, işe gitmek üzere evden çıkmıştı.
Eve sessizlik hâkim oldu. Bu sessizliğin içinde şimdi tek başınaydı. Aklında ‘İstanbul’da Sonbahar’ şarkısı…
Akşama doğru azalırsa yağmur
Kız kulesi ve adalar
Ah burda olsan çok güzel hâlâ
İstanbul’da sonbahar
Önce yatakları sonra mutfağı toplayıp, kendine bir kahve yaparak sabahın serinliğinde terastaki salıncağına oturdu. Kahvesini yudumlamaya başladı.
Mevsim rüzgârları, ne zaman eserse
O zaman hatırlarım, çocukluk rüyalarım
Diye şarkıyı aklından geçirirken birden kalktı. Hızlı bir kararla hazırlanıp evden çıktı. Gördüğü rüyanın etkisi ile babasına gitmek için arabasına bindi. O gün hava bulutluydu, çıkmadan hava durumuna da bakmamıştı. Yağmur yağar mıydı acaba?
İstanbul’da sonbahaaaarrrr…
Araba kullanırken bir yanda rüyası bir yanda Teoman’ın İstanbul’da Sonbahar şarkısı, İMES’in arkasından Tem’e bağlandı bile, bulutlar mı onu takip ediyordu, o mu bulutları… Arada çok az yağmur çiseledi ama silecek bile çalıştırmadan yola devam etti.
Rüyada yüzü görünmeyen, kırmızı rugan pabuçları, beyaz üzerine kırmızı puantiyeli külotlu çorabı, yine kırmızı çiçekli elbisesi olan küçük çocuk…
Belki de renkler belli değildi, ama zihni böyle giydirdi çocuğu.
Bir de yüzü görünmeyen bir adam var. Çocuk adamın boyuna yetişmek istercesine, adamın ellerinden tutarak, küçücük ayakları ile kendi ayaklarının yanında kocaman olan adamın ayaklarının üstüne basmış “dönen salıncağa götürür müsün beni” diye soruyor.“ bir daha ağlamayacağına söz verirsen götürürüm” diyor adam.
Ayağında ayakkabıları, götüreceğini biliyor çocuk.
Yüzünü görmese de, ses babasının sesi. O kız çocuğu da kendisi. Nihayetinde babasının başka kızı yoktu ki. İşte bunları düşünürken, Tem’den E-5’e çıkmış yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuk sonunda Pendik’te babasına varmıştı bile.
Arabayı yolun kenarına park edip bagajdan 3 litrelik boş su şişesini aldı, biraz ilerideki çeşmeden su doldurdu ve babasının başucuna geldi. Biraz sessizlik, suyu toprağın üzerinde gezdirdi ve yine sessizce arabasına bindi.
Gözlerinden yaşlar süzülürken birden kendine geldi, gözyaşlarını sildi ve o an karar verdi, babasına verdiği sözü tutacak ve ağlamayacaktı. Babası da ona verdiği sözleri hep tutmuştu, ağlamazsa dönen salıncağa götürecekti onu…
Toparlandı tekrar arabasına bindi, bu sefer mırıldanmak yerine telefonundan İstanbul’da sonbahar şarkısını açıp yüksek sesle eşlik ederek yola koyuldu. Arabayı Bostancı’daki lunaparkın önünde park etti. Dönen salıncağa yöneldi.
Okullar açılmış ve havalar yavaş yavaş serinlemeye başladığı için lunapark çok kalabalık değildi. Sırada 10 kişi ancak vardı, anneler, babalar da çocukları ile sıradalardı. Kendi kendine gülerek, dönen salıncağa bindi. Biraz heyecanlıydı, yıllardır tek başına binmemişti dönen salıncağa. Şöyle bir düşündü, en son kızı 10 yaşlarındayken birlikte binmişlerdi. Salıncağın önündeki demirin kilitlendiğini kontrol eden görevli uzaklaştı. Demiri heyecanla sıkıca tuttu. Salıncak önce yavaş yavaş dönmeye başladı, sonra hızlandı.
Ah burda olsan çok güzel hâlâ…
‘İstanbul’da Sonbahaaarrr..
Dönerken rüzgârın esintisini yüzünde hissederek bulutları izledi.
Sol tarafındaki oldukça koyu bulut babasıydı. Kafasında şapkası, her zamanki gibi şık, babacan, yakışıklı, heybetli, güven veren duruşu ile gülümseyerek onu izliyordu. Babasının sağ tarafında ise el ele iki bulut sanki ona doğru geliyordu. Evet, evet onlar, kızı ve eşiydi, güneş yüzünü göstermeye başlamıştı, bir an derin bir nefes aldı.
İşte tam da o an yanıldığını anladı aslında.
Babası ölmüş olabilirdi ama ona öğrettikleriyle, değerleriyle, anılarıyla hep yaşayacaktı. Yani onu terk etmemişti, bırakmamıştı. Her ihtiyacı olduğunda, babasını hatırlaması, içinde bulunduğu durumda ne derdi, ne önerirdi diye düşünmesi yeterliydi.
Hafiflemiş bir şekilde, yine gülümseyerek dönen salıncaktan indi. Eve gitmeden önce alışverişini yaptı. Akşam için güzel bir sofra hazırladı, kızı ve eşine yemek sırasında rüyasını ve sonrasında hissettiklerini, yaptıklarını anlattı.
İçinde kabullenişin verdiği garip bir huzur vardı. Aylardan Ekim ve yarın babasının 3. ölüm yıldönümüydü ve o ağlamayacaktı, İstanbul’da sonbahardı.
20.10.2019