İki Maske

Son günlerde, en çok saygı duyulan insanların, büyük sanatçılar, ünlü bilimciler, büyük devlet adamları ya da sporcular değil, yaşadıkları kötü kaderin başı dik efendisi olmayı başaran insanlar olduğu anlaşılmaktadır. / Viktor Emile Frankl

   Akşam yemeğinden sonra, sofranın toplanmasına yardım edip iyi geceler dedi ev halkına Elif. Odasındaydı. Tüm dünyasını sığdırdığı küçücük odada. Yatağının içinde oturdu. Oda serindi. Yorganı göğsüne kadar çekip koltuk altlarına sıkıştırdı. Dört yıl önce geldiği bu evde özellikle son bir yıldır kendini sığıntı gibi hissetse de iyi ki bu küçük oda varmış diye düşündü etrafına bakınırken. Yatağın ayakucundaki duvara sanki zorla sığdırılmış bez gardırobun üstüne yapıştırdığı kendi yaptığı her biri birbirinden renkli resimlere baktı. Yazdığı hikâyelere resim yapmayı çok severdi. Gözleri ışıldadı adeta. Her yaptığı resmin sağ alt köşesinde sanki imzası haline gelmiş tiyatronun simgesi gülen ve ağlayan maske vardı. Sol tarafındaki duvara dayalı açılır kapanır portatif küçük masaya çevirdi başını. Masanın üstündeki fotoğraf çerçevesinden annesi ile babası ona gülümsüyordu… Yatağının başucundaki yan binaya bakan pencere çok küçük olduğu için bütün gün güneş almaz, bahar aylarında bile serin olurdu oda. Son bir kez daha etrafına bakınıp yattı. Sanki birazdan halası ile eniştesinin onun hakkında yapacakları tartışmayla hayatının değişip hayallerinden hepten uzaklaşacağını sezmişti. Yattığı yerden annesi ile babasının fotoğrafına bakmaya devam etti. Neden ya? İkiniz birden. Alışamıyorum, hâlâ çok korkuyorum. Keşke geri gelseniz ya da ben sizin yanınıza… Külkedisi Elif… Tam uykuya dalacakken salondan eniştesinin sesi yükseldi. Kapının ardındaki salondan gelen seslere kulak kesildi. “Yok artık, bizim de bir oğlumuz var, unutma! Dört yıldır sesim çıkmadı. Bitirdi işte nihayet liseyi. Bir de üniversite masrafını karşılayamam. Yeter! Sen de uzatma artık!” Elif, eniştesinin yükselen sesiyle dudaklarını ısırmaya başladı. Halası; “Deme öyle. O bana ağabeyimin emaneti. Ne hayalleri vardı rahmetlinin kızı için,” diyordu cevap olarak. Ah be halam, kendini bu adama karşı hiç koruyamadığın kadar bu eve geldiğim günden beri hep korumaya çalıştın beni. “Boş konuşma, hadi sen bana bir rakı getir, sayenizde içmeden oturamıyorum bu evde artık,” diyerek “yapacak bir şey yok. Yaşasaydı da gerçekleştirseydi o zaman. Zaten okumaz bu kız. Aklı fikri resimde, müzikte, artist olmakta. Bir işe sokarız. Çalışır. Hem de eve bir katkısı olur artık,” bağırmaya devam etti eniştesi. “Yavaş biraz, duyacak kız. Çocuk değil artık, her şeyi anlıyor. Allah aşkına sessiz ol!” dedi halası.

   Elif yatağın içinde ne yapacağını bilemedi. Annesi ile babasının trafik kazasında öldüklerini öğrendiği ânı düşündü. Okuldan eniştesi almıştı o gün onu. “Bize gidiyoruz, annenler sabah işe giderken kaza yapmışlar,” demişti. Pat diye, birden… On dört yaşında kimsesiz kalmıştı. O da annesi babası gibi yalnız büyüyecekti. Hayattaki tek akrabası halasıydı. Başlarda ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemese de bir süre sonra halasının da desteğiyle çaresizce kabullendi durumunu. Duygularını hep gizledi. Halasının yanında gülen, yalnızken ağlayan maske vardı sanki yüzünde. On dört yaşında büyümek zorunda kaldı. Yıllar geçtikçe de kendisini iyiden iyiye yalnız hissetmeye başladı.

    Kimsesiz kaldığını öğrendiği o an gibi kapattı kendini. Başına doğru çektiği yorganın altında kıvrılmış gözünde yaşlarla, Ayten gibi olacağım ben de. Önce ekmek diyeceğim. Çarem yok ki. Elimden tutup yol gösterecek kimsem de yok. Dört yıldır bana bakıyorlar. Onlar da haklılar. Üstelik onlar benim annem babam bile değil diye düşündü. Keşke ben de bir sabah yok olabilsem bu dünyadan. Yüzüme maske takıp rol yapmaktan yoruldum artık. Burnunu çekip sildi gözyaşlarını. Bütün hayallerini yatağının altındaki bazaya kaldırıp unutmak zorundaydı. Halasını daha fazla zor durumda bırakmamak için sabah kahvaltıda yapacağı konuşmayı düşünerek uyudu.

   Yazdıklarını kaydedip kalktı masadan. Kahramanın ismi Ayten miydi? Kitaplığının Türk yazarlar bölümünde Orhan Kemal’in kitaplarının olduğu sırada ‘Önce Ekmek’ isimli öykü kitabını bulup kitaba adını veren öyküye göz gezdirdi. Doğru hatırlamışım. Kitabı tekrar raftaki yerine yerleştirip çalışma masasına geri döndü.

   Sabah halası uyandırdı Elif’i. Yatağını toplayıp odasının küçük penceresini açarak derin bir nefes çekti içine. Sonra bez gardırobun üstündeki resimleri topladı. Hepsine teker teker bakıp üst üste koydu. Sonra, yatağının altındaki bazada ev halkının kullanmadığı eşyaların yanında duran kitaplarının arasına yerleştirdi. Birazdan kahvaltı masasında söyleyeceklerine halası ve eniştesinin tepkisini merak ediyordu. Halam uyarınca sessiz konuştular, duyamadım. Neye bağlandı tartışmanın sonu acaba? Halamı hırpalamış mıdır? Kararını söylediğinde belki de kabul etmezler diye düşündü. Son bir umut vardı içinde…

   Akşamdan kalma eniştesi, kahvaltı sofrasında sekiz yaşındaki oğlu ile şakalaşıyor, akşam onu maça götüreceğini söylüyordu ki Elif, “Sizinle bir şey konuşmak istiyorum,” dedi. Halası “Hayırdır inşallah?” derken eniştesi ve kuzeni hâlâ “En büyük Fener! Sarı!” “Lacivert! En büyük Fener!” diye bağırıp şakalaşıyorlardı. “Bir ay sonra liseden mezun oluyorum, üniversiteye gitmeyip artık çalışmak istiyorum,” deyince birden masada sessizlik oldu. Eniştesi “Ne dedin sen?” diye Elif’e dikti gözlerini. Halası ise akşamki konuşmalarını duyduğunu düşünerek omuzlarını düşürüp sessizce önündeki tabağa baktı. “Yalnız nerede çalışacağım, ne iş yapacağım bilemiyorum. Bu konuda bana yardımcı olabilir misin enişte?” diye sordu. “Eğer okumak istemiyorsan benim bağlı olduğum temizlik şirketine alırız seni de, Pazartesi konuşurum. Lise mezunusun, bir şirketin temizlik sorumlusu olursun, işçilerin başında durursun, kısa yoldan yönetici olursun hem de,” dedi hiç itiraz etmeden. Halası karşı çıkacak gibi olsa da Elif kararlı olduğunu belirtip konuyu çok uzatmadı.

   Liseden iyi dereceyle mezun olmuştu Elif. Eniştesi hiç vakit kaybetmeyip bağlı bulunduğu firmaya aldırmıştı onu. Kadrosuna girdiği temizlik firmasında iki haftalık bir eğitim aldı. Kadıköy’deki tiyatro akademisinde temizlik sorumlusu olarak görevine başladı. Okula gidip gelirken bir gün öğrencisi olmayı hayâl ettiği akademiye vasıfsız bir çalışan olarak girmişti.

   Akademideki ilk gününde aylardan Temmuz olmasına rağmen hava birden dönmüş bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlamıştı. İçinde kalan son umut kırıntılarının da yağmurla birlikte yok olduğunu düşündü. Öğrenciler dersteyken binanın koridorlarında dolaştı. Başrol oynamak için yola çıkıp figüran olmak. Tam da bu. Yok. O bile değil. Külkedisi. Şimdi bu sınıfların birinde ben olabilirdim. Ne o odadan, ne de maskelerimden kurtulamayacağım. Temizlik sorumlusu mu olacağım? Sadece temizlik. Oldum işte. Eniştemin dediği gibi. Sınıflardan birinin önünde durdu. Kapının küçücük penceresinden sırtı kapıya dönük “Biçare Kadın” tiradını oynayan kızı gördü. Nasıl da güzel geçiyor tiradı diye geçirdi içinden. Tam o sırada;

– Pardon, siz yeni başlayan temizlik sorumlusu musunuz?

– E- evet benim.

– Merhaba, ben akademinin sanat yönetmeniyim. Cenk.

– Ben de Elif.

– Hoş geldiniz aramıza.

– Teşekkür ederim

– Danışmadaki arkadaşa, sınıfı hayranlıkla izleyen bu güzel kız kim diye sorunca söyledi. Çok da gençmişsiniz.

– Elif gülümseyerek sessiz kaldı.

– Yanlış anlamayın ben sizden önceki gibi bir ‘Ayten Teyze’ gelir diye bekliyordum.

– Özür dilerim, ben binayı tanımaya çalışırken Çehov’un ‘Biçare Kadın’ tiradını duyunca dayanamadım izledim.

– Oooo, Çehov diyorsun bir de? Sen diyebilirim herhâlde…

– Tabii ki…

– Birazdan ara verecekler, sen de bir kahve molası ver. Kahveler benden. Merak ettim seni.

– Dediğim gibi temizlik çalışanları ile tanıştım, binayı tanımaya çalışıyordu…

– Tamam işte, kalabalıkta rahat keşif yapamazsın. Kantin ile bahçeyi de görmüş olursun bu arada, gel hadi…

– Peki Cenk Bey.

   Cenk’in dikkatini çekmişti Elif. Genç, güzel, üstelik de “Biçare Kadın” tiradını ezbere bilecek kadar tiyatro aşığı bir temizlik sorumlusu ile karşılaşacağını hiç düşünmemişti. Şaşkındı. İlk iş gününde, Cenk’in soruları karşısında başta biraz tedirgin olan Elif, konu tiyatro olunca konuştukça açıldı. Bir saatin sonunda Elif hakkındaki hemen her şeyi öğrenmişti Cenk.

   Birkaç hafta sonra Cenk Elif’i boş sınıflardan birine çağırdı. Yanında eğitmenlerden biri olan Şeyma Hanım ve akademinin müdürü Cengiz Bey vardı. Üçü de cam kenarındaki sıralara oturmuşlardı.

– Elif’ciğim şimdi senden “Biçare Kadın” olmanı istiyoruz.

– Anlamadım?

– Hepsini ezbere bilmiyor olabilirsin. Seni çok anlattım. Hatırladığın kadarıyla tiradı geç bakalım.

– Şimdi, burada mı?

– Evet, heyecanlanacak bir şey yok. Rahat ol.

– …

– Bekliyoruz. Hazır olduğunda başla.

   Elif, başını arkaya çevirip sınıf kapısının küçük penceresine baktı bir an. Cenk’in onu ilk gördüğü yerde onu izleyen bir çift göz vardı. Döndü tekrar onu merakla bekleyen bakışlara. Bir süre gözlerini kapadı. Olduğu yerde bir ileri bir geri sallandı. Boğazını temizledi. Gözlerini açtığında bu sefer de annesi ile babası karşısındaydı. Bunun bir sanrı olduğunu bilse de onlara bakarak, derin bir nefes alıp başladı.

   Yüzüme karşı gülenler bile çıktı. Evet güldüler. Hatta kahkahalar attılar. Hahahahaa.

    Elif yüksek sesle kahkaha atarken onu izleyen Şeyma Hanım ve Cengiz Bey birbirlerine baktılar.

   Oysa ağlanacak haldeyim ben. Benim gibi zavallı, çaresiz bir kadın.

Elif, hıçkırmaya başlamıştı. Oynadığı tirat komedi olabilirdi ama Elif’in rol gereği hıçkırıkları gerçekti aslında. Sonra birden toparlandı.

   Gülünecek ne var bunda?    Şimdiye kadar beş acentenin kapısını çaldım. Hiçbiri derdime kulak vermedi. Aklımı kaçırmak üzereyim. Saçlarım dökülmeye başladı. Bakın avuç avuç dökülüyor. Bir başka acenteye daha git demeyin bana…

   Elif başından saçlarını yolarcasına çekti. Elini sımsıkı yumruk yapmış şekilde sıranın üstüne koydu. Bir iki saniye sonra iki adım geri gidip “Bu kadar,” dedi sesi titreyerek.

   Şeyma Hanım şaşkınlığını gizleyemeyerek “Bravo!” derken Cenk, hayranlıkla gülümsüyordu Elif’e. Cengiz Bey ise Cenk’e dönerek; “Haklıymışsın, çok başarılı. Benim çıkmam lâzım, kaydını yapabilirsiniz,” dedi ve odadan çıktı. Arkasından Şeyma Hanım; “Harikasın tatlım, daha da iyi olacaksın, yolun çok açık, hayırlı olsun,” diyerek çıktı odadan.

   Elif neler olduğunu anlayamadı. Ne bu şimdi? Kayıt? Şaka mı bu? Yok, bana bunu yapmaz. Yapma Cenk. Cenk Bey… “Seni akşam okuluna burslu olarak alıyoruz. Bakma öyle şaşkın şaşkın. Hadi hayırlı olsun! Enişten sorun çıkarırsa ben konuşurum. Zaten gündüz işine devam edebilirsin. Akşamları çıkışın geç olacak, eve de bırakırım ben seni merak etme,” dedi. Ardından “Gelecekte ünlü bir oyuncu olunca çıkarırım acısını Ayten Teyzeee,” dedi gülerek.

   Halası çok sevindi Elif olanları anlatınca. Eniştesi ise başta biraz “Gece gece nasıl olacak? Laf olur, söz olur,” deyip sorun çıkardı ama sonunda, evde onu daha az göreceğini de düşünerek kabul etti.

   Yaz okulu bitip akademinin yeni döneme başlamasıyla Elif, gündüzleri temizlik sorumlusu olarak çalıştığı okulda akşamları öğrenci olarak derslere girdi.

   Dört yıl sonra başrolünü oynadığı oyunun prömiyerindeydi. Oyun bitiminde basına verdiği röportajını; “Tüm inancımı kaybettiğim, en çaresiz anımda sarıldım ben tiyatroya. Beni gören, bana inanan, en büyük şansım, maskesiz gülmemi sağlayan sevgili eşim Cenk’e de özellikle çok teşekkür ediyorum. Hayallerinizden sakın vazgeçmeyin,” diyerek bitirdi.

   Yazdıklarını kaydedip arkasına yaslandı. Karşı duvarda asılı, kızının anaokulunda yaptığı resimlere baktı. Her birinin sağ alt köşesine imzası olarak tiyatronun simgesi iki maske çizmişti. Gülümsedi. Oldu bence…

03.04.2021