Yıkıntılara karışan eski bir bahar
Büyük olmaya elverişli bir bahar
Eskiden yaşanılmış her şeye rağmen
İnsanlara göre bir bahar…
(Hızla Gelişecek Kalbimiz, Turgut Uyar)
Hoca, “Ruhuna El-Fatiha,” derken güneş gözlüklerimin siyah camı ardından izliyorum sahte yüzleri. Neredeyse cenaze namazına katılan herkes kabristana da gelmiş. Tam da sana yakışır bir uğurlama. Şatafatlı. Kalabalık. Herkes çok şık. Haha, timsah gözyaşları dökenler de filmin bu son karesini tamamlıyor işte. O çok değerli soyadını taşıyan kimse yok ama. Bir tek ben varım.
Aylardan Mart. Hava güneşli, bahar geldi sonunda. Geç kalmış bahar. Sana karşı son görevimi de tamamlamak üzereyim. Bak hareketlendiler, şimdi bana baş sağlığı dileme zamanı. Yanı başında yatan annem ile Selim de izliyorlar mı bu seremoniyi acaba? Benim yerim boş. Daha da niyetim yok o karanlığa gelmeye. Hiç bekleme. Üzerini örten nemli toprak yığınına bakıyorum şimdi.
Annemin ve Selim’in ardından öyle çok ağladım ki sana gözyaşım kalmamış. Kusura bakma. Merak etme ama herkes şoktayım zannediyordur. Seni son yolculuğuna uğurlamaya gelenler teker teker yanına gelip baş sağlığı dileklerini iletip gidiyorlar. Ne de olsa kurduğun koskoca imparatorluğun tek sahibiyim. Saygıda kusur etmiyorlar. Herkes görevini yerine getirdi ve gitti. Şimdi baş başayız. Sen, annem, Selim ve ben.
Sen beni merak etmezsin ama iyiyim annem. Vakfa bile gidiyorum artık. Hâlâ seni anıyorlar bu arada. Şirkette de iyice alıştı herkes benim tarzıma.
Prens Selim, annesinin oğlu, babasının soyunu devam ettirecek veliaht. Ah be kardeşim, dinlemedin ablanı, dayanamadın sana tanımlanan görevlerin ağırlığına. Kimse anlamadı seni, isyanını sonuna kadar bastığın gaz, çektiğin patinajlar, attığın makaslarla gösterdin. Olan sana oldu. Belki de bilerek yaptın. Kaçıp kurtulmak istedin. Keşke şu an yanımda olsaydın. Gelen baharla iyileştirseydim seni.
Omuzumda bir el hissediyorum. Başımı çevirip bakıyorum. Başında takkesi, zayıf, yaşlıca, nur yüzlü bir amca bana bakıyor gülümseyerek. “Sinem, kızım, başın sağ olsun,” diyor. “Teşekkür ederim,” diyorum sakince. Sesi tanıdık geliyor ama hatırlamıyorum kim olduğunu. Kılığına kıyafetine bakarak cemiyetten biri değil diye düşünüyorum.
Dikkatle adamın yüzüne bakıyorum. Daha önce hastanede de görmüş olduğumu hatırlıyorum. Babamın yattığı odanın önünde karşılaşmıştık. O zaman da kim olduğunu anlayamamıştım, tanımıyordum ama çok da üstünde durmamıştım. Sakin ses tonuyla, şefkatle “Geçmiş olsun, kızım,” demişti.
-Şey, kusura bakmayın, tanıyamadım sizi?
-Çok normal tanıyamaman kızım.
-Bizim şirkette mi çalışıyorsunuz?
Saçma bir soru. Babamın yakınında bu profilde bir adamın olması mümkün değil ki?
-Yok. Küçüklüğünden beri görmedin beni tanıyamaman çok normal. Ben sizleri hep uzaktan izledim. Özellikle de seni. Bendeki yerin ayrıdır, ismini bile ben koymuştum.
-Nasıl yani? Anlayamadım? Benim ismimi amcam koydu. Ben çok küçükken, yedi yaşındayken de öldü. Hatta benim doğum günümde öldüğü için, bir tek o doğum günüme ait fotoğraf yoktur. Karıştırıyorsunuz galiba?
Ne amcası? İsmimi nereden biliyor? Hastane? Amcam öldü. Olabilir mi? Yok, saçmalık. Meczup mudur, nedir? Hiç akrabamız yok ki? Ben yavaştan gideyim. Çok tenhalaştı burası.
Adam “Amcanım ben kızım, Çetin erkenden öldürdü beni işte. Onun için ölmüştüm ben o gün,” diyerek gözleri yaşla dolu gülümsedi bana. Anlam veremiyordum. Sevgi dolu bakışları, ses tonu, bir de başındaki takkesi amcam olabileceğini düşündürdü bir an.
Yok, onun renkli retro takkeleri vardı. Yüzü biraz babamı da andırıyor aslında. Bakışlarındaki sıcaklık olmasa, kızım demese o bile diyebilirim. Diyebilir miyim?
Nasıl hitap edeceğimi bilemediğimden “Benim artık gitmem lâzım,” diyerek hareketlendim. Adam o sırada, cebinden çıkardığı küçük not defterine bir şeyler yazıyordu. Yazdığı sayfayı koparıp bana uzatırken “Al kızım, bu benim adresim ve telefonum. Bir gün gelirsen sana anlatırım olanları.
Neden bu kadar yıldan sonra tam da babanın öldüğü gün karşına çıktığımı,” dedi. Biraz tedirginlikle aldım kâğıdı ve adamı aile mezarımızın başında bırakarak hızlıca uzaklaştım yanından.
Yirmi yıllık şoförümüz yüzündeki üzgün ifadeyle, arabanın kapısını açarken, “Şu adamı tanıyor musun?” diye sordum dönüp hâlâ babamın mezarı başında duran adamı göstererek. “Tanımıyorum Sinem Hanım,” dedi. Arabaya bindikten sonra şoföre “Yalıya gidelim,” diyerek eve gidene kadar yolda adres ve telefon yazılı kâğıda baktım bir süre, ‘Garipçe Köyü’ sonra çantamın içine atıp gözlerimi kapattım.
Yedi yaş doğum günüm. Yalının bahçesinde benim dışımda iki çocuk daha var. Gerisi yetişkin. Organizasyon firması bahçeyi gösterişli, yok abartılı bir parti alanına çevirmiş. Herkes çok şık. Cemiyetten. Annem Selim’e hamile. İyiden iyiye büyümüş karnı ile yine çok güzel yine çok şık. Sanki onun doğum günü. Babam annemi el üstünde tutuyor. Hiç ilgilenmediği kadar çok ilgileniyor. Evdeki önceliğimin bittiği günler o günler.
Eh tabii, babamın oğlu oluyor. Soyadını devam ettirecek. Annem babama bir veliaht, prens verecek. Amcam giriyor bahçeye. Kot pantolonu, beyaz gömleği, boynunda fuları. Başında retro, renkli takke şapkası. Hiç kimseye benzemiyor o. Kimse onun geldiğini de fark etmiyor. Benim dışımda. Bahçeye girer girmez beni kucaklıyor.
Sinemim, güzel kızım deyip koltuk altlarımdan tutup beni döndürerek uçuruyor havada. Hemen de hediyemi veriyor. Rengârenk boya kalemleri. Amcamla dans ediyoruz. Ama öyle çocuk şarkıları ile değil. Vivaldi’nin Dört Mevsim’i çalıyor fonda. Babam geliyor yanımıza. Hatırlamıyorum, hatırlayamıyorum. Amcamı alıp bahçenin en köşesine götürüyor. Bir süre sonra kıyamet kopuyor. Babamla amcamın şiddetli kavgası ve amcam kalp krizi geçiriyor.
Bunu sonradan Nebahat abla söylüyor bana. Parti bitiyor. Nebahat abla beni odama götürüyor. Amcamın aldığı boya kalemleri ile resim yapıyorum. Amcamı o gün son kez gördüğümü bilmiyorum. Sonraki günlerde ne zaman sorsam “Amcan hasta, hastanede,” diyorlar.
Selim doğuyor, babamın anneme sevgi dolu bakışları yok oluyor. İşi bitti onunla. Amcam hiç gelmiyor. Nebahat abla “Sinem Hanım, artık sormayın, amcanız gelmeyecek, cennete gitti,” diyor. Ben genellikle odamda onun aldığı boya kalemleri ile resim yapıyorum. Amcamın adı hiç anılmıyor evde bir daha. Ben beyaz atlı prensine hazırlanan prenses gibi büyütülürken babamın istemediği davranışlarda bulunduğumda “Bu kız gittikçe o kıymet bilmez, delibozuğa benziyor,” deyip odama gönderiliyorum. Üniversiteyi Selim’e kötü örnek olmayayım diye -bunu sonradan anlıyorum tabii- yurt dışında okumam planlanıyor. Ben okulu bitirip dönüyorum eve, Selim gidiyor yurt dışına.
Yalıya girdiğimde babama veda kokusunu aldım. Selim’de ve annemde olduğu gibi. Belli ki un helvası kavurup dağıtmışlar diye düşündüm. Girişte emektarımız Nebahat abla karşıladı beni.
-Hoş geldiniz Sinem Hanım, başımız sağ olsun tekrar.
-Sağ ol Nebahat abla.
-Her şey tamamlandı. İstediğiniz gibi okuması camide yapıldı. Helvayı burada kavurduk ama. Sonra da bütün mahalleye dağıttık. Çelenklerin etiketlerini bıraktılar, hepsi rahmetlinin çalışma masasında. Arayanların listesini de oraya bıraktım. Bir de aile ve şirket avukatınız sizden telefon bekliyor.
-Nebahat abla, amcam öldü değil mi?
-Efendim?
-Amcam. Sen söylemiştin bana öldüğünü. Hani uzun süre hastanede demiştiniz. En son sorduğumda da sen, cennette demiştin. Amcam öldü değil mi?
-Şey… Evet… Yiyecek bir şeyler hazırlatayım mı size?
-… Hayır. Ben odama geçiyorum. Bir süre rahatsız etmeyin lütfen!
-…
Daha fazla konuşmak istemedim. Koskoca evde tek güvendiğim, beni ve kardeşimi büyüttükten sonra koskoca yalıyı çekip çeviren Nebahat ablanın yüzünün aldığı şekil, ses tonu her şeyi açıklıyordu. Boğazım düğümlendi. Hızlıca odama çıkıp çantamın içine attığım not kâğıdını aradım. Ellerim titriyordu.
Tüm çantayı yatağın üstüne boşalttım. Sonunda buldum. Ne kadar güzel yazısı var. Yazıdan anlamalıydım onun amcam olduğunu. Başındaki siyah takkeden anlamalıydım. Renkli değildi ama. Olsun, bana Sinem KIZIM demesinden anlamalıydım. Ne annem, ne de babam. Bir tek o söylerdi böyle. KIZIM.
Ellerim titreyerek kâğıtta yazan telefonu zorlukla tuşladım cep telefonumda. Çalıyor. Ne diyeceğim ki?
-Efendim.
-… Ne diyeceğim şimdi? Amca desem mi?
-Alo?
-Me- merhaba. Bugün mezarlıkta konuşmuştuk. Ben Sinem.
-Sinem, kızım. Bu kadar çabuk arayacağını tahmin etmemiştim.
-…
-Alo?
-Müsait olduğunuzda sizi ziyaret etmek istiyorum.
-Harika. Çok sevinirim kızım. Ne zaman istersen. Ben henüz eve geçmedim yalnız. Yarın sabah kahvaltıya gel istersen. Sana sucuklu omlet yaparım hem. Ne dersin?
Sucuklu omlet. O öldükten sonra… Bir tek onun yaptığını severdim.
-O- olur. Yarın sabah geleceğim…
-Anlaştık kızım, bekliyorum yarın. İyi akşamlar.
-…
Hiçbir şey diyemeden kapattım telefonu. Öfke, heyecan, özlem, en fazla da merak içinde duygudan duyguya geçerken sabahı sabah ettim.
Amcam beni Garipçe Köyü’ndeki evinin bahçesinde elleriyle hazırladığı mükellef bir sofra ile karşıladı. Başında takkesi, kot pantolonu, beyaz gömleği, boynuna doladığı fuları, yün ceketiyle. Gözlerinde sevgisi, sesinde şefkati, elimi tutan ellerinde özlemi hissettim. Burada, kanlı canlı karşımdaydı işte. İçimden ona sarılmak gelse de başta biraz soğuk durdum. Nasıl hitap edeceğimi de bilemeyip siz diye konuştum genellikle. Anlamam lâzımdı neler olduğunu. Bu kadar yıl öldü sandığım amcamın tam da babamın öldüğü gün karşıma çıkması tuhaftı.
Amcam, babamın öldüğüne üzgündü. Kahvaltı masasına oturduktan hemen sonra başladı konuşmaya. “Biz aynı anne babadan iki farklı karakterdik güzel kızım. Benim için dünyadaki en değerli şey şu masadaki zeytinken baban için en değerli şey, ismi ve zenginliğiydi. Ben doğadan, insanlara yardım etmekten, sanattan zevk alırken o, her konuda en olmak derdindeydi. Her konuda en olmak için de çevresindekileri kırıp dökmekten çekinmedi.
Dünya görüşümüz, hayata bakışımız farklı olunca her geçen gün anlaşmazlıklarımız büyüdü. Şirketten ayrılmak istediğimi söylediğimde de aramızdaki bağ iyice koptu. Senin doğum gününe gelmeme çok sinirlendi. Çünkü bir gün önce yine bir ihale için çıkan tartışma ile aramızdaki bağları tamamen koparmaya karar vermiş, şirketten eşyalarımı toplayıp çıkmıştım.
Ben de gencim o zamanlar, kanım deli akıyor. O bana ben ona bağırırken kalp krizi geçirdim. Bayılmışım. Hastanede gözümü avukatlar ve babanla açtım. Mal paylaşımı yapılmış, hisselerimin satışı için evraklar düzenlenmişti. İmzalarımı aldılar. “Bir daha asla benim, ailemin yakınına yaklaşamazsın.
Benim Metin diye bir kardeşim yok. Ne ölüme ne ölüne,” diyerek beni hastanede bırakıp gitti baban. O an için hafiflemiştim. Benim de isteğim buydu. Ama birkaç yıl sonra çok düşündüm bir orta yol bulamaz mıydık, o kadar çok zorlamasa mıydım diye.
Sevgisiz, huysuz ama başarılı, saygın bir iş adamı oldu baban. Babamızın bıraktığı küçük aile şirketini Türkiye’nin önde gelen holdinglerinden biri yaptı. Hastanede olduğunu gazetede okuduğumda içimde bir şey cız etti. Evet, belki hiç anlaşamazdık ama sonuçta o benim ağabeyimdi. Ben içimde kin tutmayı hiç başaramadım. Gidip görmek istedim.
Gördüm de. O gün seninle karşılaşmıştık kapıda. Boğazında hortumla konuşamasa da ben ona hakkımı helal ettim o da bana gözleriyle hoşça kal dedi…” Gözleri doldu amcamın anlatırken. Kalktı çay koydu boşalan bardaklarımıza ve devam etti. “Ben Metin, yaşamı dolu dolu yaşamayı tercih ettim. Öyle de yapıyorum. Toprakla uğraşıyorum, yağlı boya resim yapıyorum, arkada bir atölyem var, istersen gezdiririm sonra.
Kimsesiz çocuklara, muhtaçlara yardım ediyorum. Bol bol okuyorum. O Çetin, yaşamı harcamayı tercih etti.” Bir sessizlik oldu. “Tamam anladım, siz yolları ayırmışsınız. Ama ben? Beni niye hiç aramadın? Hadi küçükken aramadın.
Anlayacak yaşa geldiğimde? İzledim uzaktan diyorsun. İzlemek yerine yanıma gelebilirdin. Gelmedin. Niye şimdi?” diye ardı ardına sıraladım beynimi yiyip bitiren soruları? “Zamanın önünde duramayız kızım. Hata yapıyoruz. İnsanız. Zamanı geri alıp yeniden başlayamayacağımıza göre, şimdiki zamanı iyi kullanmamız lâzım.
Artık birlikte daha sık vakit geçirelim ne dersin?” diye cevap verdi amcam.
Bir süre sessizlikten sonra oturduğum yerden kalkıp “Hava ne kadar güzel, sonunda gelen baharın şerefine bir Türk kahvesi yapayım ben, şöyle bol köpüklü derim. Mutfak ne tarafta amca?” dedim gülümseyerek.
14.04.2021