Dört Günde Berlin Keşfi

Eylül ayında Ezgi’nin akademik takvimi açıklanır açıklanmaz Kasım ara tatili için, Noel pazarlarına da denk geliriz ümidiyle Berlin’e 3 gece 4 günlük gezi planımızı yapmıştık. Hatta Haziran ayında evlenen yeğenimiz de eşi ile birlikte vizeleri bitmeden bizimle gelebileceklerini söyleyince onları da gezimize dâhil ettik.

Eylül-Kasım arasında Berlin ile ilgili araştırmalarımı yaparken Noel pazarlarının 25 Kasım’da açılacağını öğrenince biraz üzüldüm ama yine de planı bozmadık ve 16-19 Kasım arasında Berlin’de dört gün geçirmek için tüm hazırlıklarımızı tamamladık.

Yakın tarihi ile Almanya’nın başkenti Berlin hep ilgimi çekmiş, özellikle 20’li yaşlarımda utanç duvarı olarak da bilinen Berlin Duvarı ile ilgili haberleri takip etmiş, bir duvarın bir ülkeyi, bir şehri nasıl ikiye böldüğünü, orada yaşayan insanların psikolojisini, yaşadıklarını hep merak etmiş, bu konuda da epeyce okuyup araştırma yapmıştım. Bir de çok fazla Türk işçiyi barındırması, bir dönem yaşanan “dazlaklar” furyası, seyrettiğimiz filmlerdeki “Alamancılar” 🙂 derken gezip görmek istediğim yerler arasında bulunan şehre sonunda plan yapılmıştı 🙂

Her seyahatimizde olduğu gibi gün kaybetmemek adına 16 Kasım sabahı erkenden yola çıktık. Yolculuğumuz büyük uçak olmasının da etkisi ile çok rahat geçti. Pasaport kontrolde oldukça sıra vardı ama kontrol sırasında yabancı dili olmadığı için sorun yaşayan bir Türk’e Ezgi’nin tercümanlık yapmasıyla bizi öne aldılar ve hızlıca kontrolden geçtik 🙂

Mitte bölgesindeki otelimize (Novotel Berlin Mitte) ulaşır ulaşmaz, girişimizi yapıp, çantaları bırakıp, İstanbul’daki havanın aksine soğuk olan Berlin sokaklarına kendimizi bıraktık.

Bizim ailece bir şehri keşfetmekten anladığımız, haritayı okuyarak yürüyerek gezmek olduğundan, otelimizin yakınında metro ve otobüs imkanları olmasına rağmen sıkıca giyinip yürümeye başladık 🙂

1.Gün

Alexanderplatz:

Alexanderplatz Berlin’in en ünlü meydanlarından biri. Meydan, Berlin’de yaşayan insanların buluşma noktasıymış, özellikle gitmeseniz bile mutlaka bir şekilde yolunuz bu meydana düşüyor gibi 🙂

Kafeleri, dükkânları, neredeyse Berlin’in her yerinden görünen TV kulesi ile turistlerin uğrak yeri. Biz de bu bölgede yemek ve kahve molası ile Berlin havasına iyice alıştık 🙂

Bu arada Alexanderplatz’dan toplu taşım araçlarının hepsine ulaşabilir, şehrin her yerine geçiş yapabilirsiniz.

Checkpoint Charlie:

Berlin Duvarı ile ayrılan şehirde Soğuk Savaş döneminden kalma, hatta o dönemin sembolü haline gelmiş, batı tarafında ABD askerlerinin, doğu tarafında ise Sovyet askerlerinin nöbet tuttuğu kontrol noktası Checkpoint Charlie. En fazla turist yoğunluğu ve fotoğraf kuyruğu buradaydı. Biz de fotoğraflarımızı çekip keşif yürüyüşümüze kaldığımız yerden devam ettik 🙂

Yahudi Anıtı:

Nazi Soykırımı sırasında katledilmiş 6 milyona yakın Yahudi’nin anısına 2006 yılında, 2.Dünya Savaşı’nın bitişinin 60.yılında yapılmış “Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı”. Labirentin içinde dolaşır gibi gezerken, yaşanan insanlık suçunun acısını hissetmemek mümkün değil 🙁 . Anıtın yer altı katında kurbanlar ve soykırım hakkında bilgi veren belgesel olduğunu bilmemize rağmen sadece yüzeyde gezinmeyi tercih ettik. Yıllarca gerek belgesellerle, gerek filmlerle, gerekse de kitaplardan okuduklarımızla yeterince bilgi sahibi olmuştuk o dönem hakkında… Yahudi Anıtı’ndan çıkarken biraz hüzünlü, buruk olsak da Brandenburg Kapısı’na doğru yürümeye başladık.

Brandenburg Kapısı:

17. yüzyılda yapılan ve şehrin giriş kapısı olan Brandenburg, mucizevi bir şekilde 2. Dünya Savaşı’ndan ayakta kalarak şehrin, yaşanmışlıkların ve yeniden dirilişinin simgesi olarak tüm görkemiyle karşımıza çıktı. Duvarın yıkılma döneminde tv ve gazetelerden gördüğüm şehrin özgürlüğünün simgesi de olan kapının etrafı oldukça kalabalıktı. Kapının her iki tarafından da fotoğraflarımızı çekip, etrafta biraz gözlem yaparak, 2.Dünya Savaşı, Nazi Soykırımı, özgürlük mücadelesi sohbetleriyle, sokaklara, aralardaki avlulara girip çıkıp, yönümüzü kaybetmeden yaklaşık 1 saat kadar daha yürüdük ve tamamen tesadüf açık bir Noel pazarına denk geldik 🙂

Potsdamer Platz:

Eveeet, Berlin’in ünlü meydanlarından birine çıkmıştık ve sıcak şarap kokusu vardı havada 🙂 . Hepimiz küçük de olsa bir Noel Pazarı bulmanın sevinci ile biraz pazarı dolaşıp, ne var ne yok bakındıktan sonra, sıcak şaraplarımızı, peynirli bretzel’imizi ve patates kızartmamızı alarak harika bir atmosferde azıcık keyif yaptık 🙂

Bu arada biz ailecek alışkınız yürümeye ama yeğenimiz Ersin söylenmeye başlamıştı bile 🙂 Bisiklet mi kiralasak, metroya mı binsek, yürürken bütün cadde ve sokaklarda gördüğümüz kullanıma hazır scooterlardan mı kiralasak diye konuşurken, yürüyerek otelimize gelmiştik bile. Odalarımızda biraz dinlenip, hem akşam yemeği hem de Berlin’i akşam yaşamak için tekrar çıktık.

Nikolaiviertel:

Renkli ve eski sokakları, eski kafe ve restoranları, küçük dükkânları ile şirin ve keyifli bir bölgede bulduk kendimizi. Biraz keşif yürüyüşü ardından İtalyan restoranı olan Pomodori’de güzel bir akşam yemeği oldukça keyifliydi. Yol yorgunluğu ve hava değişikliği ile bütün gün yürüyerek yaptığımız gezimiz havanın iyice soğuması ile son buldu. Artık dinlenip, ertesi gün için enerji toplama zamanıydı…

2.Gün

Sabah dinlenmiş bir şekilde uyanıp, otelimizde Avrupa standartlarına göre oldukça güzel bir kahvaltı sonrası, Berlin’e gelmeden önce iletişime geçtiğim burada yaşayan rehber Serap Erkan ile Potsdam turu için buluştuk. Potsdam’a aslında tren ile gidip, yalnız da gezebilirdik ama hem ulaşım rahatlığı, hem de zaman darlığı nedeniyle daha hızlı ve verimli gezebilmek için bize özel, araçlı ve rehberli tur ayarlamıştık. İyi ki de böyle yapmışız, 30 yıldır Berlin’de yaşayan Serap Hanım’dan Berlin’i, tarihini dinlemek ve Potsdam’ı gezmek havanın yağmurlu olmasına rağmen çok keyifliydi 🙂

Potsdam

UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan, Brandenburg eyaletinin başkenti olan Potsdam, Havel Nehri, harika doğası, parkları, kaleleri, sarayları, etkileyici tarihi, adaletin önemini vurgulayan hikâyeleri ile Berlin’e gelince görülmesi gereken yaklaşık 1000 yıllık bir şehir.

Potsdam’a hava yağmurlu olmasına rağmen, Casuslar Köprüsü olarak da bilinen Glienicke Köprüsü’nden yürüyerek giriş yapmak heyecan vericiydi. Köprünün üstünde yürürken yan demirlerinin iki ayrı yeşil tonunda olduğunu görmek şaşırtmadı, yıkılan duvar unutturulmuyordu tabii ki.

Hatta duvarın olduğu yerde duvarın yapılıp yıkıldığı tarihleri yazan bir şerit de vardı. Steven Spielberg’in, başrolünde Tom Hanks’in oynadığı Casuslar Köprüsü filminin sahneleri ile köprünün üstünden Havel nehri manzarası eşliğinde, özgürce yürüyerek geçmek çok keyifliydi.

Film endüstrisinin merkezi sayılan Potsdam, Brandenburg’da ilk silah imalathanesi ve ilk yetim yurdunun kurulmuş olması ile de dikkat çekiyor.

Casuslar Köprüsünün etkisinden kurtulamadan, Kırsal bir İngiliz malikânesi tarzında inşa edilmiş olan Cecilienhof Sarayı’na geldik.

Cecilienhof Sarayı: Saray (Schloss Cecilienhof), Junfernsee gölü kıyısında Yeni Bahçe’nin (Neuer Garten) kuzeyinde bulunuyor. Kral II. Wilhelm’in emriyle 1913 – 1917 yılları arasında Prusya veliaht prensi Wilhelm ve eşi Cecilie için inşa edilen saraya dışardan bakıldığında, farklı büyüklükteki dekoratif bacaları ve sadeliği ile dikkati çekiyor. Sarayın bahçesi de, huzur verici, insanın ruhunu dinlendiriyor.

Saray, 17 Temmuz – 2 Ağustos 1945 tarihleri arasında dünya kamuoyunun odak noktası durumunda. II. Dünya savaşı galip devletlerinin toplantı merkezi olarak kullanılmış.

Sarayı gezerken, Sovyet Devlet Başkanı Josef Stalin, İngiltere Başbakanı Winston Churchill ve ABD Başkanı Harry S. Truman’ın oldukça sade, şömineli çalışma odalarını ve Potsdam Antlaşması (Potsdamer Abkommen)’nın imzalandığı Büyük Salonu görmek yakın tarihe, o yılların atmosferine yolculuk gibi oldu 🙂

Bu arada, Cecilie’in deniz tutkusu nedeniyle kamara şeklinde tasarlanmış kahvaltı odasını da atlamamak lazım 🙂

Cecilienhof Sarayı’ndan sonraki durağımız Wüsten Berg Tepesi üzerindeki Sanssouci Sarayı oldu.

Sanssouci Sarayı: Güzel manzarası ve muhteşem konumu sebebiyle, Postdam’a yakın “Wüsten Berg” tepesi üzerinde Büyük Friedrich’in yaptırdığı sarayın girişinde Friedrich flütü ile karşıladı bizi 🙂 . Hatta Türk olduğumuzu öğrenince İzmir Marşı’nı o çaldı biz söyledik 🙂

Friedrich’in, sporla ilgilenmeyen, avdan ve askerlikten hoşlanmayan, yakın arkadaşı olan Bach’dan flüt dersleri alan, ülkede işkenceyi yasaklayan, düşünce özgürlüğünün önemini dile getiren, patatesi Alman halkına sevdiren, felsefe ve edebiyata meraklı, Almanya’yı Almanya yapan kral olarak tarihe geçmiş olması sarayı ve bahçesini daha da keyifle gezmemizi sağladı 🙂

Bu arada sarayın girişi ile karşı karşıya bulunan değirmen, zamanında Friedrich tarafından kaldırılmak istenmiş olmasına rağmen değirmencinin itirazları ve adalet arayışı ile bugün hâlâ adaletin simgesi olarak aynı yerinde muhafaza ediliyor. Kral ile değirmencinin öyküsünü Sunay Akın’dan dinlemeniz için buraya ekliyorum 🙂 . !!!!!! https://www.youtube.com/watch?v=9zBdvpgCzdE

Serap Hanım’dan Friedrich’i dinleyerek saray bahçesinde yaptığımız keyifli yürüyüş ve fotoğraf çekimleri ardından Potsdam’ın Rus ve Hollanda mahallelerinden, evlerin güzelliğine hayran kalarak geçip, merkezde biraz yürüyüş ve kahve molası sonrası aracımıza binerek Berlin’e döndük.

Kreuzberg- Friedrichshein:

Kreuzberg’de döner ve Türk kahvesi molasından sonra, yine Kreuzberg’de Doğu Berlin sınırında Osman Amca’nın gecekondusunu görüp, hikâyesini şaşkınlıkla okuyarak, cadde ve sokaklarda bol bol Türkçe konuşan insanları duyarak sanki Avrupa’da değil de Türkiye’de dolaşır gibi dolaştık 🙂

Yaklaşık 26 yıldır görmediğimiz, bir süredir Berlin’de yaşayan arkadaşımız ile buluşup biraz eskileri andıktan sonra yola devam dedik ve Friedrichshein caddesinde şık kafe/restoran ve dükkânlar arasında gezip, kısa kahve molaları sonrası East Side Gallery’e ulaştık.

 

East Side Gallery:

Berlin’de en merak ettiğim yerlerden birine gelmiştik bile 🙂

East Side Gallery için, dünyanın en büyük, kolektif olarak yaratılmış barış anıtı / açık hava galerisi deniliyor. Soğuk Savaş sonrası yıkılan Berlin Duvarı’nın yaklaşık 1,5 km.lik parçası üzerinde farklı ülkelerden sanatçıların, kendi tarzlarında barışı, umudu, özgürlüğü, insanlığı anlattıkları duvar resimleri bulunuyor. Normalde 10/15 dakikada yürüyebileceğimiz mesafeyi her bir resmin önünde durarak herhalde yaklaşık 1 saatte geçmiş olduk 🙂 . Hemen sonrasında söz konusu duvarın karşı kaldırımında gördüğümüz şirin noel pazarı dikkatimizi çekince geceyi burada keyifle geçirmeyi tercih ettik. Böylece 2.günümüz de keyifle tamamlanmış oldu 🙂

3. Gün

Sabah güzel bir kahvaltı sonrası Serap Hanım’ın bizim için ayarladığı araç saat 09.00 itibariyle Sachsenhausen’a gitmek üzere bizi otelden aldı.

Sachsenhausen Toplama Kampı:

Sachsenhausen Berlin’e 35 km uzaklıkta Oranienburg şehrinde, Nazilerin ve kamp müdürlerinin aynı zamanda eğitim gördüğü, türlü türlü işkenceler ve gaz odalarında tecrübe kazandıkları bir toplama kampıymış. SS eğitim merkezi olmanın yanında tüm toplama kamplarının da idare merkeziymiş. Oldukça büyük bir alana sahip kampı, ziyarete açık alanlarını gezmeseniz bile 1 saatte ancak tamamlarsınız. Havanın ağırlığı gezenleri de ağırlaştırıyor olabilir 🙁

Yıllar önce Prag seyahatim sırasında gördüğüm Terezin Kampı’ndan çok etkilendiğim için, Sachsenhausen’a girerken, daha kapıda gerilip, yine seyrettiğim Nazi dönemi filmleri ve okuduğum kitaplar aklımdan geçerek bu kampın gezisini bitirdik.

Sachsenhausen’den dönüşte aracımız bizi Kaiser Wilhelm Kilisesine gideceğimiz için Charlottenburg’da bıraktı.

Kaiser Wilhelm Kilisesi/Yıkık kilise:

Batı Berlin’de bulunan protestan kilisesi 2.Dünya Savaşı sırasında 1943 yılında bombalanmış ve büyük hasar görmüş. Savaşın ardından Batı Berlin’liler yeni kilise yapılmasına karşı çıkmış ve kilise onarılarak yaşamaya devam etmiş. Sonrasında 1963 yılında yanına modern görünümlü yeni kilise binası yapılmış. Yıkık kilisede ise, kilisenin yapıldığı günden itibaren fotoğraflar ve dokümanlarla tarihçesi sergileniyor.

Bu kiliseyi gezerken de savaşın dünyaya, insanlığa verdiği zararı görmek, hissetmek canımızı acıttı 🙁

Bu arada hem yıkık kilise bahçesinde, hem de çevrede noel hazırlıklarını görüp, 25 Kasım’dan itibaren cıvıl cıvıl, eğlenceli bir bölge olacağını düşünerek tekrar Mitte bölgesine doğru harekete geçtik.

Önce ilk gün gitmeyi tercih etmediğimiz, ama yürürken sürekli gördüğümüz, hatta bazen yönümüzü belirlemek için kullandığımız, Berlin’in simgelerinden biri olan, Alexanderplatz’daki TV Kulesine gittik. Aslında hava kapalı ve sisliydi ama internet araştırmalarım sırasında mutlaka Berlin’i 360 derece görmek için kuleye çıkmamız gerektiğini okuyunca oybirliği ile çıkalım dedik. Sis olmasına rağmen gözlem terasında ve restoranında vakit geçirmek, hatta biraz ısınmak keyifli oldu.

TV kulesi sonrası yine içine girmeyi heyecanla beklediğim Berlin Katedraline (Berliner Dom) doğru yürüdük. Yürüyüşümüz sırasında etkileyici yapılardan biri olan Kırmızı Belediye Binasını dışardan fotoğrafladık. Ve işte Spree nehrinin kıyısında Berlin Katedrali tüm ihtişamı ile bizi karşılıyor.

Berlin Katedrali (Berliner Dom):

Almanya’daki Protestan kiliselerinin de başı konumunda olan bu kilisenin, dini öneminin yanında şehre ciddi bir turistik değer de kattığı da kesin. Rehberli turların dışında, burada düzenlenen konserler, etkinlikler ile de adından çok söz ettiren kilisenin yapımına 15.yy da başlanıp 20.yy ‘da, toplam 450 yılda tamamlanmış. Uzun sürede yapımının tamamlanmış olması, 2.Dünya Savaşı sırasında hasar görüp onarılmış olması nedeniyle, Kilise’nin mimarisinde Barok’tan Neoklasik’e Rönesans’tan, Gotik’e birçok üslubun karışımını görmek de normal karşılanıyor. Kilisenin içine girdiğinizde adeta büyüleniyorsunuz. Giriş katı ve ikinci katı Türkçe kulaklıklarımızla gezdikten sonra sisten dolayı TV kulesinden izleyemediğimiz Berlin manzarasını kubbeden izleyelim dedik. İyi ki de kubbeye çıkmışız, biraz yorulduk ama çıktığımızda Berlin manzarası, dağılan sis ile bizi çok güzel karşıladı 🙂 . Aşağı indiğimizde en alt katta mezarların bulunduğu bölümü de gezip çıkışa ulaştığımızda hava kararmıştı bile. Havanın kararmış olması Katedralin ışıklandırılmış halini de yakından görmemizi sağladığı için iyi oldu.

Berlin Katedrali’ni de gördüğümüze göre sona kalan Parlamento Binası’na sıra gelmişti. Ama ne yazık ki Parlamento Binasını sadece dışardan fotoğraflayabildik 🙁 Bir önceki akşam internetten rezervasyon yaptığını düşünen sevgili yeğenimiz Ersin, eksik bilgi girdiği için onay gelmemiş, Parlamento binasının önünden geri çevrilmek durumunda kalmıştık 🙁 🙂 🙂

Çok da problem etmedik bu durumu, aslında hepimiz soğuk havada, uzun yürüyüşler sonrası oldukça yorulmuştuk.

Madem Parlamento Binası’na giremedik, o zaman önce yemek sonra Media Market ziyareti 🙂 sonrasında da gece Berlin sokakları dedik 🙂

Otele doğru yürürken Müzeler Adası, Humbolt Üniversitesi, Berlin Kütüphanesi, Opera Binası gece ışıkları ile çok güzel görünüyordu.

Berlin’de son gecemiz olduğundan, akşam biraz keyif yapıp, bir şeyler içip, 3 günün değerlendirmesini yaptıktan sonra son günümüz için dinlenmeye çekildik 🙂

4. Gün

Sabah valizler toplanıp, keyifle kahvaltı yapılıp check-out yaptırdıktan sonra valizlerimizi emanete bırakıp Müzeler Adasına doğru yol aldık.Tüm müzeleri gezmedik, ama Berlin’e gidince mutlaka gezilmesi gereken Bergama Müzesini ve Panoramasını büyük bir hayranlık ve keyifle gezdik. Müze ve Panorama’da yaklaşık 3,5 saat geçirip, daha önce Serap hanımdan aldığımız öneri ile Berlin’in olmazsa olmazları Beargarten’lere gidelim dedik ve önerilen Hofbrau beargarten’e gidip Bavyera atmosferinde müzik eşliğinde, yemek yiyip, biralarımızı içtik. Dönüşte de 3 gündür fırsat bulup gidemediğimiz bizim Beyoğlu’muzu andıran Hackerschmarkt’da kahve için şık dükkanlar arasında biraz yürüyüş yapıp otelden çantalarımızı aldık ve dönüş yoluna geçtik.

4 günde, hava soğuk, yağmurlu, Ersin yoruldu dinlemeden 🙂 toplam 82.000 adım, 61 km yürüyerek oldukça keyifli bir Berlin keşfi yapmış olduk. Keşif sırasında şehrin acı tarihi etkilemiş olsa da, bir nevi küllerinden doğan modern ve özgür Berlin’de olmayı, Ersin ve Hayal ile keşif yapmayı sevdik 🙂

Yeni keşiflerde buluşmak dileğiyle diyelim… 🙂

Barış ve sevgiyle…

25.11.2019