Cote D’azur İle Yeni Keşifler Ve Biraz Nefes

Sömestr tatilinde ne kayak, ne de sıcak ülkeler dedik ve yeni keşifler için ailece, ETS Tur’dan, 22-29 Ocak tarihlerini kapsayan İtalya-Fransa (Cote d’Azur)-İspanya turu alarak sekiz günlük bir keşfe çıktık.

Tura şansımıza, biz dahil, toplam 24 kişilik katılım olduğundan, seyahat boyu yolculuklarımız çok rahat ve keyifliydi. Hele bir de, katılımcılar arasında güzel bir ahenk sağlandı ki, bu açıdan da sıkıntısız bir sekiz gün geçirdik.

Tur ile seyahatlerimizde herkesin olduğu gibi benim için de en önemli faktör; tur rehberinin, konusunda tecrübeli, bilgili, lider ve ilişki yönetiminde başarılı biri olmasıdır. Bu konuda çok şanslıydık ve gezi notlarıma başlamadan, öncelikle tur rehberimiz Orkun Uğurlu’ya teşekkür ederim.

İTALYA CENOVA

Turumuza daha önce görmediğim ama hep merak ettiğim Cenova ile başladık.

İtalya’nın kuzeyinde, Ligurya Bölgesi’nde yer alan liman şehri Cenova, Ligurya Bölgesine de başkentlik yapmaktaymış.

Cenova’yı oldum olası merak etmişimdir, ya babamın anılarından, ya Osmanlı tarihindeki Barbaros Hayrettin Paşa, Andrea Doria’lı savaşlardan, ya Cenevizliler ya da Kristof Kolomb’dan. Neyse, aslında çok da merak edilecek bir şehir değilmiş bana göre, tipik bir liman şehri. Ama tabi ki, rehberimizin güzel anlatımı ile tarihte yolculuk, bizim Karaköy’ümüzü andıran şirin sokakları, San Lorenza Katedrali’nin görkemi, Kristof Kolomb’un 15.yyda yaşadığı söylenen evi,Ferrari Meydanındaki o görkemli Borsa binası, Tiyatro binası, yine aynı meydanın tam ortasındaki görkemli çeşme ve limandaki muhteşem gün batımı, gezinin ilk günü için gerçekten keyifliydi. Fotoğraf meraklıları için de güzel kareler yakalanabilir. Keşif sadece gezip görmek ile değil, keşfettiğiniz bölgenin tatlarını da denemektir diyip, bu bölgenin focaccia’sını tatmanızı öneririm, özellikle de focaccia formaggio. Benim damak tadıma inanılmaz uyan bir lezzetti.

Gezimizin ikinci günü beni çok heyecanlandırıyordu. Daha önce, yaz aylarında gitmiş olduğum Cinque Terre ve Portofino vardı programda.

CİNQUE TERRE

İtalya’nın kuzey batı sahillerinde dağlar ile deniz arasındaki yamaç ve vadilerde, ulaşımın sadece tren ile yapıldığı, beş tane tablo gibi köyden oluşan bu bölge, gerçekten görülmesi gereken yerler listenize girmeli.

Tur programı dahilinde, Cinque Terre bölgesinde, Monterosso ve Vernazza köylerine gittik.

Vernazza, daha önce yaz aylarında da ziyaret ettiğimiz bir köy. Yaz aylarının kalabalıklığı, hareketliliğinin aksine oldukça sakin, sessiz, sadece yerli halkı ve bizim gibi seyahat için bu dönemi seçmiş az sayıda turistin, sokaklarında dolaştığı, beş köyün içinde herhalde en otantik olanı diyebilirim. Niye derseniz, binaların doğallığı ve pastel renklerin günün her saatinde ayrı bir güzellik yarattığı, daracık iç içe geçmiş, labirent gibi sokaklarında kaybolmak ve yaşam koşullarının zorluğunu hissetmek. Ayrıca Santa Margherita d’Antiocha Kilisesi, Castello Doria kalesi ve gözlem kulesinin bu tablodaki yeri ve manzarası gerçekten muhteşemdi. Bildiğim kadarıyla, bölgenin en turistik köyü olan Vernazza’dan yine tren ile Monterosso’ya geçtik. Bu köyü ilk defa gördüm ve kelimenin gerçek anlamı ile vuruldum. Deniz aşığı ben, tren istasyonundan çıkar çıkmaz muhteşem bir deniz manzarası ile karşılaştım. Bu manzara, mevsime rağmen, harika bir hava, pırıl pırıl parlayan ve içimizi ısıtan güneş ile birleşince cennete dönüştü.

Evet belki birçok dükkan, restaurant kapalı ve bahar/yaz sezonu için tadilattaydı ama, şirin sokaklarında yürümek, denizi dinlemek, seyir terası haline gelmiş tepedeki banklarda oturmak bana iyi ki dedirtti.

Cinque Terre gezisi bundan sonraki Portofino için çok güzel bir zemin olmuştu.

PORTOFİNO

Monterosso’dan trene binip tur otobüsümüze ulaştık ve Santa Margharita’ya geldik. Burada yine sezon olmadığı için tekne ile değil, 82 nolu otobüse binip Portofino’ya geçtik.

Otobüste karşılaştığımız yaşlı bir İtalyan teyze ile eğlenceli bir yolculukla, hayranı olduğum Portofino’ya ulaştık. Yaz aylarındaki hareketlilik burada da yoktu, hatta açık restaurant ve cafe oldukça sınırlıydı. Buna rağmen Portofino, büyüsünden hiç bir şey kaybetmemişti. Denizi, havası, muhteşem doğası ve manzarası ile Portofino her dönemde defalarca gitmek isteyeceğim, bana göre havası her daim aşk kokan harika bir belde…… I found my love in Portofino şarkısı ile burada kaybolmanızı öneririm. 🙂

Böylece turun İtalya gezisini tamamladık, Fransa (Cote d’Azur)/Nice’e doğru yola çıktığımızda, yolumuz üzerinde, müzik festivali ve Al Bano&Romino Power/Felicita ile akıllarımıza yer eden şirin sayfiye kentini San Remo’da bir kahve molası verip, sokaklarında biraz yürüyüş yaptık. Ve artık Bongiorno’yu geride bırakıp, Bonjour’a ulaşmanın zamanı gelmişti. 🙂

FRANSA / COTE D’AZUR

Eveett Cote d’Azur başlar….. Bonjour 🙂

EZE

Nice’e giderken uğradığımız ve beni oldukça fazla etkileyen, tekrar gitmek isteyeceğim, Fransız Rivierasının küçücük, sanat galerileri ile cennet kasabası Eze’ye ulaştık. Ortaçağ’dan kalma kalesi, Akdeniz’e tepeden bakan konumu, dar sokaklarından kaleye tırmanan yolundaki sanat galerileri, eski kiliseleri ile görülmeye değerdi. Bu şirin kasabadan Nice’e ulaştığımızda hala Eze’nin etkilerini taşıyordum. 🙂

NİCE

İyi ki geldim ve gördüm dediğim Nice’ten aktaracaklarım; Place Massena,meydanın tam orta yerindeki Yunan mitolojisinden tanıdığımız Apollon heykeli, 7 kıtadan 7 insanı sembolize eden oturan heykeller, Cours Saleya pazarı/Çiçek pazarı, Nice Cathedral’inin de bulunduğu Place Rosetti, alışveriş caddeleri; Avenue Jean Medecin, Rue Massena, Rue Paradiso gündüzü ayrı, gecesi ayrı keyifle gezilecek yerler. Nice’in 8 kilometrelik sahilinde yürüyüş yapmak da deniz tutkunları için önerebileceğim bir aktivite. Bu sahilde yürüyüş yaparken, 15 Temmuz 2016’da 84 kişinin hayatını kaybettiği terör saldırısını hatırlamak ve ürpermek de gezinin en hüzünlü anıydı sanırım. 🙁

Yemek işine gelince en güzel balığı yediğimiz yer diyebilirim. Cours Saleya’da deniz ürünlerinin keyfine varacağınız, dekorasyonu ile de oldukça şirin, keyifli bir mekan olan Restaurant Le Grand Bleu.

SAİNT PAUL-DE-VENCE

Bana göre Cote D’Azur’un efsane kasabalarından biri Saint Paul-De-Vence. Sınır kalesi olarak kurulmuş, etrafı surlarla çevrili şirin mi şirin bir kasaba. Daracık sokakları, harika manzarasıyla, Eze’de olduğu gibi sanat galerileri ile tam bir masal diyarı. Sezonunda tekrar gitmek isteyeceğim yerler arasına girdi bile. 🙂 Sanat Galerileri arasından geçerek ulaştığımız, tam bir seyir terası ve Nice’e doğru uzanan muhteşem manzaraya mutlaka sezonunda da gelmek lazım. 🙂

GRASSE

Saint Paul-De-Vence’a, Patrick Süskind’in Koku kitabına konu olan, aynı zamanda Edith Piaf’ın son günlerini geçirdiği, parfümün doğduğu Grasse’ye gitmek üzere veda ettik. Dünyanın parfüm başkenti olarak bilinen ve çevre köylerinde, özellikle Yasemin olmak üzere, lavanta, gül, sümbül gibi birçok çiçeğin yetiştirildiği küçük, şirin bir kent Grasse. Aynı zamanda, en meşhur parfüm üreticilerinden biri olan Galimard’da bu kentte. Turumuzun programında bulunan Galimard’a da bir ziyarette bulunduk ve parfüm üretimi hakkında, ismini yanlış hatırlamıyorsam, tam bir Fransız hanımefendisi Veronique’den çok değerli bilgiler aldık. Ve tabi ki sonrasında, gerek sabun, gerek parfüm alışverişi de yapmayı ihmal etmedik. 🙂

CANNES

Parfüm konusunda bilgilenip, alış verişlerimizi de yaptıktan sonra, eskiden küçük bir balıkçı kasabasıyken, günümüzde, denizi kumsalları, plajları ve film festivali ile Avrupa’nın en gözde sosyo kültürel ve turistik şehirleri arasına girmiş Cannes’a geldik.

Zenginlik, gece hayatı, eğlencenin merkezlerinden olan Cannes’da, La Coisette Bulvarı’nda yol boyu palmiyeler arasında, marka mağazaları gezip, şık bir restaurantta yemek yemek, sonrasında Film festivalinin yapıldığı Kongre Binasının merdivenlerine serilmiş kırmızı halı da fotoğraf çektirmek bana yetti. 🙂

MONACO-MONTECARLO

Eveettt, Cannes gezimizden sonra, Fransa sınırları içinde, 18 kilometre karelik, Vatikan’dan sonra dünyanın en küçük ikinci ve bana göre maket gibi bir ülke olan Monaco’ya geldik. Daha önce aşk kokan, sanat kokan yerlerden bahsettim ama, zenginlik ve şatafat kokusunu bu derece bende hissetmemiştim. İşte ilk izlenimim budur. 🙂

Monaco’ya gelir gelmez, başkenti olan Monaco Ville’e asansörlerle çıkarak, Prenslik Sarayı meydanını bir görelim dedik. Tabi ki saray bu meydanda. Ama öyle şatafatlı bir saray değil, mimarisi oldukça güzel ve sade. Sarayın iki yanından muhteşem manzarayı fotoğraflamak oldukça keyifli oldu. Bu meydan da dolaşırken ve hayranlıkla fotoğraf çekerken, her an yanımızdan kraliyet ailesine mensup birinin, güzel arabalarla geçebileceği ihtimali (belki de geçti bilmiyorum), böyle şeylere alışık olmayan bir toplum olduğumuz için herhalde, ayrıca heyecan vericiydi. Bu arada Saray Meydanına gelmeden önce gezdiğimiz Monaco Saint Nicholas Katedralinin görkemi ve mimarisi de görülmeye değerdi. Katedralin içini de mutlaka gezmenizi öneririm. Bu zenginlik kokan maket ülkenin, yeni şehrinde kurulmuş, kumarhaneleri ile ünlü, Ferrari, Porche gibi arabaları sıkça görebileceğiniz Monte Carlo’su da gezilmeye değer. Hele bir de Rally tanıtımına denk gelince, ben dahil turdaki herkes oldukça heyecanlandı. Kıyafetim müsaade etmediğinden, çok istememe rağmen, Monte Carlo Casino’sunun içine girip şansımı deneyemedim ama, Casinonun tam önün de kurulan Rally tanıtım organizasyonunu Cafe De Paris’de oturup, kahvemi yudumlarken izlemek de keyif verici oldu. Kahvemi yudumlarken aynı zamanda da buraya bir daha gelmeyi planladım bile. 🙂

AİX-EN-PROVENCE

Yine sanat kokan, ünlü Fransız ressam Cezanne’nin şehri. Ressamların uğrak yeri olan bu termal şehirde, Cours Mirebeau caddesi üzerinde neredeyse adım başı çeşme bulunan ve Fransızların 1000 çeşmeli şehir dedikleri görülmeye değer bir yer. Şehrin oldukça pahalı olduğu söyleniyor. Ernest Hamingway, Emile Zola gibi isimlerin de geçtiği bir şehir. Dolayısıyla, Aix-En-Provence’in havasını solumak güzeldi gerçekten.

MARSİLYA

Akdeniz’in en büyük liman şehri, Fransa’nın da en büyük ikinci şehri olan Marsilya, aşk kokan, sanat kokan, denizin huzurunu hissettiğim yerlerden, hele Monaco’dan sonra beni çok çekmedi. Hele bir de gezi boyunca tek yağmura yakalandığımız yer olunca sadece gezdim gördüm diyebileceğim bir yer olarak gezi notlarıma girdi. 🙂

Ancak, Marsilya’nın en yüksek tepesi olan La Garde tepesindeki, denizcilere adanmış, Bizans mimarisi örneklerinden, Notre Dame De La Garde Bazilikası gerçekten görülmeye değerdi. Aynı zamanda, hava güneşli olsa, manzarının da daha muhteşem olacağı kesindi. Belki bir gün, tekrar Marsilya’ya gider, rehberimizin bahsettiği liman bölgesindeki gün batımını yakalar, şehri de daha detay gezerim. 🙂

ARLES

Turumuzda 5 günü geride bırakmıştık. Barcelona’ya doğru giderken, Fransa’daki son durağımız, güneşin en güzel parladığı yer olarak söylenen, ünlü ressam Van Gogh ile özdeşleşmiş, yine sanat kokan, Roma döneminin etkilerini taşıyan, Rhone nehri kıyısındaki, tablo gibi şehir Arles oldu. Daha detaylı gezmek için bir gün belki tekrar gelirim dediğim, Van Gogh sarısının hakim olduğu Arles’e veda edip, gezi boyunca son kez “Bonjour” diyerek, Barcelona yoluna koyulduk. 🙂

İSPANYA BARCELONA / GİRONA-FİGURES

Buenos Dias Barcelona !!!!! Barcelona’ya ikinci kez geldiğim için yeni keşif heyecanı yoktu ama, tekrar gelmek istediğim bir şehir olduğundan keyfime de diyecek yoktu. 🙂

Müzeleri, tarihi dokusu, farklı kültürü, denizi, gece hayatı, flemenkosu, tapasları, paellaları ile diğer harika tatları, sangriası ve ünlü mimar Gaudi’nin şehre kattıkları ile benim için, hem gezilesi hem de yaşanılası şehir Barcelona…

İlk gün; Gaudi’nin La Sagrada Familia’sını tekrar görmek, Catalunya Meydanı ve Las Ramblas’da yürüyüş yapıp, Paellalı, patatas bravaslı ve tabi ki sangrialı bir yemek yemek, anılarımızı tazelemek için yetti. Tur programında, ikinci gün, Girona ve Figures gezileri vardı. Tura çıkmadan önce bu gezilere katılmayıp, Barcelona sokaklarında kaybolmayı planlamıştık ama, Game of Thrones hayranı bir kızınız olunca, hele bir de Dali’yi ve eserlerini sevince plan değişti ve bu gezilere de katılmaya karar verdik. İyi ki de katılmışız. Daha önce yaz sezonunda geldiğimiz için, Girona ve Figures aşırı kalabalıktı. Oysa ki, bu sezonda gezmek daha da keyifliymiş. Detayları görebiliyor, gezdiğiniz yerlerin keyfini çıkarabiliyorsunuz. Hele bir de bizim gibi şanslı olup, sezona rağmen güzel havayı yakalayınca. 🙂

İkinci gün; İlk durağımız Game of Thrones’un Girona’sı, 🙂 Onyar nehri kıyısında, Arnavut kaldırımlı iç içe geçmiş sokakları ve etrafında yükselen orta çağdan kalma surlarıyla hem fotoğraf çekip, hem keyifle kaybolacağınız en büyük katalan şehri. Güzel bir havada, sakince gezebilme imkanı bulduğumuz için çok şanslıydık.

Girona sonrası Figures’e geçtik. Salvador Dali’nin doğduğu ve daha yaşarken eserlerini koymak için tiyatro binasından tasarladığı müzenin Figures’de olması, en önemli ziyaret nedeni herhalde. Bu müzeyi gezerken Dali’ye tekrar tekrar hayran olmamak elde değil. Aşağıda benim çok sevdiğim “ekmek” tablosunun fotoğrafını görebilirsiniz. Delilik ile dahilik arasındaki sınır!!!! 🙂

Figures’de Dali müzesini gezip, öğle yemeğimizi yedikten sonra, Barcelona merkeze tekrar geri döndük. Zaman da rahat olunca, Gaudi’nin Park Güell’ini gezdik. Zamanında bu proje ticari açıdan başarısız olmuş olabilir ama, Gaudi’nin ne kadar yaratıcı bir mimar olduğunu bir kere daha bize gösteriyor. Park Güell’i gezerken bir masalın içinde hissediyorsunuz kendinizi. Barcelona’nın 3., turumuzun 8.günü, Barcelona stadı, kentin eski kesimi (Gotik Mahallesi, La Ribera, El Raval), La Ramblas, Catalunya Meydanı yürüyerek, hızlı çekim gezip, bu son gezi sırasında da Montjuich tepesinden Barcelona’ya tekrar gelmek üzere veda etmek çok güzel oldu.

Bu arada Barcelona’ya gelip de; deniz ürünleri yanında; Domatesli ekmek (Pan con tomate), biber kızartması (Pimientos del Padron), Patatas Bravas, Patatesli dilim omlet (Tortilla de Patatas), paella ve çubuk tapas çeşitlerini yemeden, sangria ve güzel şaraplarından içmeden dönmek olmazdı. Gezinin en keyifli anları, özellikle son gün, 3 saat içinde paella dışında bu saydığım herşeyi yiyerek ve içerek geçti ki, yazarken bile ağzım sulanıyor. :))) Veeee bir sonraki yeni keşfe kadar, Günaydın, Merhaba’ya güzel anılarla dönüş……. 🙂

Kendi adıma, yazımın ilk satırlarında da yazdığım gibi, rehberimiz Orkun Uğurlu’ya tekrardan, gönülden teşekkür ederim, bana kattıkları için. Aynı zaman da, tur sayesinde tanıdığım yeni dostlara da, uyumlu yol arkadaşlıkları için teşekkür ederim.

Yeni keşiflerde görüşmek üzere, sevgiyle kalın…… 🙂

04.02.2018