Portekiz

PORTEKİZ

25-29 Ekim arası dört gece beş gün, uzun süredir isteyip de bir türlü ayarlayamadığımız Portekiz keşfini Vacanza Turizm (Vacanza)’in keyifli turu ile sonunda gerçekleştirdik. Rehberimizin daha önceden tanıdığımız hatta dostumuz olan Orkun Uğurlu’nun olması seyahati daha bir güvenli ve keyifli kıldı. Sadece 13 kişilik katılımcısı olan turda yine çok güzel insanlar tanıyıp yolda olmanın heyecanını hep birlikte paylaştık. Gülümseten anılara eklediğimiz bu gezinin notlarına gelince…

İlk durağımız başkent Lizbon. Sabah 06.30 uçağı ile yola çıktığımızdan, aramızdaki iki saat farkın avantajı ile bir bütün gün bizim oldu. Renkli sokakları, tarihi yapıları ve canlı atmosferiyle İstanbul’u andıran etkileyici bir şehir bizi karşıladı.

LİZBON

İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş olan Lizbon ihtişamıyla nam salmış tarih boyunca.

Keşifler zamanında uzak diyarlara giden kocalarını bekleyen gözü yaşlı kadınların acılarını, özlemlerini şefkatle kucaklamış şehir. Yedi tepesi de Fado’nun kâh hüzünlü ezgileriyle, kâh kavuştuklarında sevinç çığlıklarıyla çınlamış…

Şehrin ortasından geçen Tejo Nehri’nin önemli bir yeri var şehirde. Gemilere erzak sağlamak için ideal bir yerleşim olan bu doğal limanın etkileyiciliği bana göre Lizbon’un Fenike dilinde “güvenli liman” anlamına gelmesinden kaynaklanıyor. Kim istemez güvenli bir limana sığınmayı ki…

Nehrin kenarında yürüyüş yaparken birden kendinizi San Francisco’da hissetmeniz de mümkündür 😊 Tejo Nehri üzerine kurulmuş asma köprüyü Golden Gate köprüsünü inşa eden mühendisler yapmışlar. 1966’da Salazar Köprüsü adıyla açılan köprü sonradan Karanfil Devrimi (25 Nisan 1974 günü şiddet kullanılmadan yapılan askeri darbe. Portekiz’in otoriter bir diktatörlükten demokrasiye geçişini sağlayacak iki yıllık bir değişim döneminin başlangıcı)’ne ithafen 25 Nisan Köprüsü adını almış.

Belem Kulesi

Tejo Nehri kıyısında yer alan denizcilerin yolculuklarına uğurlandığı, 16. Yüzyılın başlarında Portekizli kâşif Vasco Da Gama anısına Portekiz kralı 1.Manuel tarafından Manuelin tarzında yaptırılan ve şehrin sembolleri arasında yer alan Belem Kulesi…

30 metre yüksekliğindeki bu kale zaman içerisinde deniz feneri, hapishane, gümrük kontrol noktası olarak da kullanılmış. Denildiğine göre büyük depremden önce kule suda, nehrin ortasındaymış. Depremde sahille birleşmişse de günümüzde gelgit etkisiyle zaman zaman nehirle kule yakınlaşıyor. 1983’de de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmiş.

Kâşifler Anıtı…

Sahilden açılan büyük bir gemi şeklinde yaklaşık 50 metre yüksekliğindeki eser, Portekiz’de ilk denizcilik okulunu kuran Denizci Henry diye bilinen Prens Enrique el Navegante’nin ölümünün 500. yıldönümünde yapılmış. Portekizli ünlü denizci ve bilim insanlarının 15. ve 16. yüzyıllarda yaptıkları keşiflerin anısına ithaf edilmiş ve meydana etkileyici bir görüntü katarak Lizbon’un simgelerinden biri olmuş.

Jeronimus Manastırı…

Portekiz’in altın çağı olan keşifler döneminin etkileyici örneklerinden biri olan Jeronimos Manastırı, Manuelin tarzında bir mimariye sahip. Denizcilerin yol göstericisi olduğuna inanılan ve Anadolu’da da yaşamış Aziz Jerom’dan adını almış. 32 metre yüksekliğinde ve 12 metre genişliğindeki iki katlı manastırı Vasco de Gama’nın Hindistan seferinden dönüşü anısına yapmışlar.

Manastır 70 yılda bitmiş. Denildiğine göre manastırın inşaat masraflarının büyük bir kısmını Hindistan’dan getirilen baharatların geliri ile karşılamışlar. Bu da manastırı daha bir anlamlı hale getiriyor tabii ki. Baharata olana saygı niyetine; yapının dış cephesindeki palmiye ve baharat ağaçları kabartmaları, Hindistan ve Afrika seferlerini anımsatmak için tasarlanmış.

Pek çok Portekiz kral ve kraliçesinden başka Vasco Da Gama’nın mezarı da bu katedralde. Portekiz sanatının en güzel örneklerini temsil ettiği için de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil edilmiş bu görkemli manastır ve katedrali. 

Belem pastanesi…

Gelelim bu güzel şehrin olmazsa olmazı Belem Pastanesi ve muhteşem “Paşteiş de Belem”e. 1837 yılında kurulmuş bir pastane, sadece bir küçük turta ile hizmet veriyorlar. Çinili salonları oldukça sade, tüm salonları dolduran insanların tek amacı var muhteşem lezzetteki Belem turtasını yemek 😊

Belem turtası çanak şeklinde milföy benzeri bir hamurun içinde muhallebi kıvamında fırınlanmış özel bir krema aslında. Hazırlaması iki gün sürüyormuş. Üzerine tarçın ya da pudra şekeri ekerek yemeyi seviyorlarmış. Bunu sonradan öğrendiğim için ben sade yedim. Öyle de efsaneydi. Tarifi hiçbir yere yazılmıyormuş. O yüzden alamadık. 😊 Gurmeler tarafından dünyada tadılması gereken ilk yirmi lezzet içinde olan bu turtayı umarım sizlerde tatma fırsatı bulursunuz.

Bu arada şehri yaşamak ve anlamak için, tarihi binaları, gece gündüz canlı atmosferi ile Rossio & Praca Do Commercio Meydanları, geniş caddesi, kafe, restoranları ve lüks mağazaları ile ünlü Av.Liberdade (Özgürlük Bulvarı), şehrin modern bölgesinin başlangıcını simgeleyen Marquez Pompai Meydanı’nda bol bol yürüyerek keyifli saatler geçirebilirsiniz.

Gezip dolaşıp karnınız acıktığında da, Morina balığından yapılan Bacalhau ve bizim içli köftemize benzeyen Pasteis de bacalhau’yu tatmadan dönmeyin derim.

Lizbon’da kaldığımız iki gece iki gündüz boyunca yakınlardaki Sintra, Cascais, Estoril, Caba Da Roca’yı da keşfettik.

SİNTRA

Lizbon’a sadece 28 km uzaklıkta olan, ismini etrafını çevreleyen Sintra Dağları’ndan alan, içinde UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunan Quinta da Regaleira ve Pena Sarayı’nın da bulunduğu, farklı renklere büründürülmüş binaları, Arnavut kaldırımlı sokakları ile keşfedilmesi oldukça keyifli bir şehir.

Sintra, masalsı Pena Sarayı, sisli, puslu havası, yemyeşil doğası, gizemli ortamlı ile karşıladı bizi. Dar yokuşlu sokaklarında kaybolmak, merdivenlerin her basamağında bilinmezliğe çıkmak, çinilerine hayran kalmak, burada yaşamak nasıl olurdu merakıyla keşfetmek hem heyecan vericiydi hem de keyifli. Ara ara yağan yağmur da etrafın büyüsünde yürüyüşümüze eşlik etti. Hava şartları nedeniyle Pena sarayından manzarayı yakalayamasak da belki bir gün tekrar gelebiliriz diye ayrıldık şehirden.

CASCAİS

1800’lü yıllardan beri balıkçı kasabası olan Cascais, sonradan aristokratlar tarafından yazlık kasaba olarak tercih edilmeye başlayınca saray, konak gibi yapılarında olduğu, yine Arnavut kaldırımlı, sakin, Okyanusun deli dalgalarına kendinizi kaptırabileceğiniz, falezleri fotoğraflayabileceğiniz, harika deniz ürünü yiyebileceğiniz, keyifli sokaklarında yürüyüp, sıcak ve sakin insanları ile sohbet edebileceğiniz, deniz kenarında balıkçı teknelerini fotoğraflayabileceğiniz keyifli bir yer. Biz birazdan anlatacağım Caba Da Roca sonrası burada yemek yiyip bayağı yürüyüş yaparak çok güzel vakit geçirdik.

ESTORİL

Cascais sonrası, yine ülkenin önemli balıkçı limanlarından birine sahip olan, plajları ve kumarhaneleri ile meşhur olan Estoril’de kısa bir tur atıp fazla vakit geçirmeden ayrıldık.

 

CABO DA ROCA

ENLEM: 38°47 KUZEY

BOYLAM: 9°30 BATI

YÜKSEKLİK: SEVİYEDEN 140M YÜKSEK

Gezimizin belki de benim için en anlamlı, en heyecan verici yerine geldik. Neden derseniz öncelikle burayı keşfettiğimiz gün benim doğum günümdü. Dolayısıyla, daha da fazla anlam yükledim. Sonuçta keşfetmek istediğim yerler listesinde olan bir ülkede ve tabii ki Avrupa’nın en batı ucundaydım 😊

Evet, Roca Burnu Avrupa’nın en batı ucu. Oldukça sarp bir burun. Rüzgârı iliklerimize kadar hissederek, rüzgârın sesine kayalıklara vuran dalgaların sesi eşlik ederken 14. Yüzyılın sonuna kadar “Dünyanın bittiği ve denizin başladığı yer,” olarak bilinen bu yerde, bir uçurumun tepesinde manzaranın büyüsüne kaptırıyor insan kendini.

Burunda, Portekiz’deki ilk özel amaçlı kullanılan ve 1772 yılında inşa edilmiş bir deniz feneri de bulunmakta. Ayrıca Avrupa anakarasının en batı noktasında bulunulduğuna dair ziyaretçilere verilebilen sertifikadan da almak mümkün. Biz almadık, fotoğraflarımız ile anılarımızda hiç unutulmayacak şekilde yerini aldı bile…

Bana göre sadece burası için bile Portekiz’e gidilebilir. 😊

Porto’ya doğru yola çıktığımız gün Obidos ile başlayıp dini efsanelerle dolu Fatima ve Nazare’yi sonraki gün de Guimares ve Braga’yı, Portekiz’de görülmesi gereken yerler listemizde tamamlamış olduk. Bu arada ülkenin %90 a yakınının Katolik Hristiyan olduğunu da yazmadan geçemeyeceğim. Hemen her şehirde bir şekilde konu buraya bağlandı.  

Bir gün belki tekrar gelirim dediğim, kaldığımız iki gün boyunca kafayı tamamen sıfırladığımız Porto’dan fiziksel olarak yorgun ama inanılmaz bir huzurla geri döndük. 

OBİDOS

Kale duvarları ile çevrili Obidos, Orta çağ kasabalarında dolaşmayı seven biri olarak Portekiz seyahatimizin beni en etkileyen duraklarından biri oldu.

Parke taşlı, labirent gibi sokakları, beyaz badanalı evleri, güler yüzlü insanları, tepede surlarla kaplı tarihi kent bölgesi, vişne likörü, çikolatası, tarihi yapıları, çinileri, sakinliği ile beni kendine hayran bıraktı.  

Bu arada Old Town’ın etrafını tamamıyla dolanan kale surlarında yürüyüp kasabaya tepeden bakmak geziye keyifli bir adrenalin de kattı. 😊Surların şehre bakan tarafında duvar olmaması fotoğraf çekmek için faydalı olsa da düşme korkusu sarıyor insanın içini ister istemez. Yükseklik korkunuz yoksa, dikkatli olmanız kaydıyla kesinlikle öneririm surlarda yürüyüşü.

FATİMA

Gezinin merak ettiğim yerlerinden biriydi Fatima.

Fatima’nın hikayesi, genç bir Müslüman prens olan Fatima ve onu kaçıran şövalye Don Gonçalo Hermigues’in romantik ve trajik öyküsüyle başlamış. Fatima, Hermigues’e aşık olup Hristiyanlığı kabul ederek Ourem adını almış. Şövalye, şehrin adını Ourem olarak değiştirmiş ama Fatima kısa süre sonra ölmüş. Kederli Hermigues de kendini dine adayıp bir manastır kurmuş. Manastırın etrafındaki yerleşim yerine de Fatima adı verilmiş.

Aramızda kalsın oldum olası şu tarihteki aşklar beni şaşırtmıştır. Her seferinde “Vay be ne aşk,” derken bulurum kendimi 😊

Fatima’nın asıl ününe gelirsek; efsaneye göre 13 Mayıs 1917’de Meryem Ana koyunlarını gezdiren üç çoban çocuğa (Lucia, Jacinta, ve Francisco) görünüyor. Bu olay tarihe de Papa II.Jean Paul önderliğinde “Fatima Mucizesi” olarak geçiriliyor. Meryem Ana’nın ilk kez çocuklara göründüğü tarih ve sonraki altı ay boyunca her ayın 13’ünde çocuklarla buluştuğu ve dünya barışı, günahkârlardan uzak durma ve Rusya’nın dönüşümü gibi konuları içeren kehanetlerde bulunduğu söyleniyor.

Ekim 1917’de binlerce kişi Fatima’da toplanmış bu sefer de olağanüstü bir ışık gösterisi görünmüş. Bu olayın üzerine de bölgede bir de kilise inşa edilmiş.

Bu olayların ardından, Katolik Hristiyanlar Meryem’in insanoğluna doğru yolu göstermek için Fatima’da göründüğüne inanıyor ve burası önemli bir hac merkezi haline geliyor. Böylece Fatima, dünyanın dört bir yanından insanların dua etmek ve kutsal deneyimler yaşamak için ziyaret ettiği bir yer oluyor. Bu tarihi ve dini olay, Hristiyanlıkta inanç ve mucizelerin gücünü simgeliyormuş.

Jacinta ve Francisco kardeşler 1918’de İspanyol gribi salgınında ölmüşler. Fatma’nın Sırrı, Lucia tarafından kaleme alınarak yıllar sonra gerçekleştiğine inanılan kehanetler olarak kabul görmüş.  

Hac alanı, büyük meydanda Meryem Ana’nın göründüğü yere yapılan küçük bir şapel ve 1954’te tamamlanan Ana Kilise ile aynı anda 1 milyon kişinin sığabileceği şekilde tasarlanmış. Ana kilisenin karşısına sonraki yıllarda yapılan modern kilise arasındaki yolu hacı adayları dizlerinin üstünde yürüyerek geçip dualarını ediyorlar.

Meydanda mum yakma alanları da var ve ayinler geceleri doruk noktasına ulaşıyormuş.

Biz bu alana geldiğimizde şansımıza toplu bir ayine denk geldik. Böylece okuduklarımıza ve dinlediklerimize de şahit olmuş olduk.

Ana Kilise ile Modern Kilise arasındaki yolu dizlerinin üzerinde katederek dua edenleri gördük. Ağlayanlar, dilekler dileyen, dua eden ciddi bir kalabalık vardı. Mum yakma alanı için sırada bekleyen kalabalığın ellerinde irili ufaklı mumlar, yan tarafında günahlarından arınmak, belki bir hastalığa deva için yalvarmak üzere dizlerinin üstünde yürüyen yakınlarına eşlik eden gözü yaşlı insanlara şahit olmak içimi biraz acıtsa da ilk defa gördüğüm bu ritüel karşısında etkilenmedim desem yalan olur.

Meydanın dışı da bakire Meryem, çoban çocuklar, mucizeyi anlatan hediyelik eşya ve çeşit çeşit mumlar satan dükkânlarla çevrili ancak biz alanda o kadar çok vakit geçirdik ki şehri gezecek vakit bulamadık.

NAZARE

Avrupa’nın en büyük su altı kanyonunun yarattığı aşırı yüksek dalgalar nedeniyle, sörf rekorlarına ev sahipliği yapan, belgesellere konu olan Nazare’de biz dev dalgaları görememiş olabiliriz ama Fatima’nın mistik havasından sonra burada bulunmak, lezzetli deniz ürünlerini tatmak, güneşli havanın tadını çıkarmak çok iyi geldi.

Nazare’nin efsanevi bir uçurumu var. Atlantik Okyanusu’nun güçlü dalgalarının çarptığı dramatik bir kaya oluşumu. Yüksek ve dik yamaçları, okyanusun uçsuz bucaksız mavi sularına bakıyor. Eminim ki dalgalı günlerde, devasa dalgaların uçuruma vurması ve deniz köpüklerinin yukarı doğru yükselmesi nefes kesici bir manzara oluşturuyordur.

Bu uçurumun efsanesine gelirsek (gerçi bunu rehberimizden dinlemedim, ben okyanusa daldığım, etrafıma hayranlıkla baktığım için duymamış da olabilirim, internet sağ olsun 😊);

1138 yılında, Dom Fuas Roupinho adında bir Portekizli şövalye, avlanırken bir geyik tarafından kandırılıp deniz kenarındaki bir uçuruma kadar getirilir. Geyik tam uçurumdan atlayacağı sırada, Roupinho da arkasından sürüklenir. Uçurumdan düşmek üzereyken Roupinho, Meryem Ana’ya dua eder ve onun yardımını diler. Mucizevi bir şekilde, at ve Roupinho havada durur ve uçurumdan düşmez. Şövalye, mucizeyi Meryem Ana’nın müdahalesine bağlar ve teşekkür etmek için uçurumun kenarına bir şapel inşa eder. Bu şapel, Nossa Senhora da Nazaré Şapeli olarak bilinir. Uçurumun özellikle kumsaldan görünüşü gerçekten çok etkileyiciydi.

GUİMARAES

Bir gün Portekiz’i keşfetmek için yola çıkarsanız mutlaka Portekiz’in doğum yeri olarak anılan Guimaraes’i rotanıza ekleyin derim.

Tarihi dokusuyla Orta Çağ’ın izlerini her köşesinde hissedebileceğiniz bir şehir Guimaraes. Aynı zamanda Portekiz’in ilk başkenti.

Şehrin en ikonik yapılarından biri olan Guimaraes Kalesi’ni görüp tarih ve doğanın iç içe geçtiği sokaklarında bir yürüyüş yapıp Nossa Senhora da Oliveira Kilisesi’ni gezerek huzurlu bir atmosferde tarihin derinliklerine dalabilirsiniz.

Şehrin Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında kaybolurken, yerel pazarlarını gezip, bol bol fotoğraf çekebilirsiniz. Hatta sokaklarında portakal ağacına rast gelirseniz koparıp tadına bakın derim. Biz yaptık ve hayatımdaki en güzel portakalı Guimaraes’de yedim dedim. 😊

BRAGA

Portekiz’in kuzeyinde, tarih ve modernitenin mükemmel bir uyum içinde olduğu büyüleyici bir şehir: Braga. İki bin yılı aşkın bir geçmişe sahip olan şehir, sadece Portekiz’in değil, Avrupa’nın da en eski şehirlerinden biri. Ülkenin kutsal ve dini merkezi olarak biliniyor. Burada yaşayan halk koyu Katolik ve dini inançlarına ve geleneklerine çok sıkı bağlıymış. Zaten şehirde pek çok kilise ve katedral bulunması da bunun göstergesi sanırım.

Eski şehirdeki binaların hepsi kesme taştan yapılmış. Tamamına yakını da rengârenk porselen ile kaplanmış. İnsanın her birinin önünde durup fotoğraf çekilesi geliyor. Tabii ki kalabalıktan ve kısıtlı zamandan dolayı bunu yapmak bizim için pek mümkün olmadı. 😊

Sarı, kırmızı, mavi renkli porselen kaplı evler, koyu renk ferforje balkonlar, yine renkli kapılar, pencerelerinde dantel perdeler… Gezerken vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık diyebilirim. Daracık ara sokaklar ve bu sokaklara açılan bulvarlar bazen labirentin içinde hissini veriyor.

Bu arada şehre girmeden gittiğimiz Bom Jesus do Monte Braga gezimizin en keyifli keşfi oldu. Bom Jesus Tepesi ve Katedrali Braga’nın en bilinen simgelerinden biri ve 2019 yılında hakkını alarak UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne dahil edilmiş. Barok tarzında inşa edilmiş merdivenlerinden aşağıya doğru inerken (600 basamağı çıkmak yerine inmeyi tercih ettik 😊) şehir manzarasının tadını çıkarıp iyi ki gelmişim diyorsunuz. Hele de aşağıya indikçe dönüp katedrali ve şaşırtmacalı basamakları veda edermişçesine fotoğraflamak da ayrı keyifliydi.

PORTO

Ve en sona en sevdiğim, bir gün tekrar geleceğim diye ayrıldığım, Lizbon’dan sonra Portekiz’in ikinci en büyük şehri olan Porto’yu sakladım. Umarım yazının sonuna gelene kadar sıkılmamışsınızdır. 😊

Porto, yürüyerek keşfedilebilecek küçük ve çok güzel bir şehir. Tarihi şehir merkezi 1996 yılında UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne girmiş.

Praça da Ribeira, şehrin kalbi olarak biliniyor. Tarihi dokusuyla Douro Nehri’nin kıyısında yer alan bu meydan, renkli binaları ve canlı atmosferiyle insanı içine çekiyor. Öyle ki dik yokuşlarına, merdivenli dar sokaklarına aldırmadan yürüyerek gezebiliyorsunuz. Sonuç hepimizde biraz baldır ağrısı 😊

Porto hem çok keyifli geçen turumuzun son durağı, hem de Portekiz’e veda ederken bu sıcacık şehirde yine bol yokuş, bol basamaklı yürüyüşlerle, dünyaca ünlü porto şarabını tadıp Dom Luis I Köprüsü (şehri Vila Nova de Gaia ile bağlayan ve nehir üzerindeki muhteşem manzarasıyla dikkat çeken ikonik bir yapı)’nü gece ayrı gündüz ayrı değişik açılardan fotoğraflamaya çabaladığımız (Bu cümlemi turdaki dostlar okuyunca gülümsesin diye yazdım 😊), çok keyifli anlar paylaştığımız, gözümüzün, gönlümüzün doyduğu bir yer olarak anılarımızda yerini aldı.

Şehir merkezinde kaliteli konaklama, lezzetli, keyifli ve kaliteli neredeyse gurme tadında şarap eşliğinde akşam yemekleri, en önemlisi, güvenilir ve samimi rehberlik hizmeti için Vacanza Turizm (Vacanza)’e ve tabii ki samimiyeti, bilgi paylaşımı, yardım severliği için dostumuz, rehberimiz Orkun Uğurlu’ya bir kere daha buradan teşekkür ederim. (Turlara karşı olumsuz bakışımızı değiştirmiştir.)

Gelir gelmez seyahatin heyecanı ve keyfiyle yazmaya başlasam da hemen gezinin ardından misafir, hastalıklar, başka seyahat derken bilgisayarın başına otur kalk, ancak bir ayda toparladığım bir yazı oldu. Hatalarım varsa kusuruma bakmayın. 😊

Gezi fotoğraflarını www.instagram.com/nalanuysalbag hesabımdan takip edebilirsiniz. 

Sorumlulukları geride bırakıp ânı yaşayabileceğimiz keyifli keşiflerimizin olması dileğiyle,

Keyifli okumalar…

01.12.2024