İnsan seçimleriyle koşulları oluşturur, evet, ama en az bunun kadar da seçemedikleri nedeniyle koşullar da insanı oluşturur.
(Hakan Akdoğan, Kirpi Mesafesi)
Hatice metrobüsün kalabalığından açık havaya çıktığında derin bir nefes aldı. Yüzü bembeyazdı. Sabahtan beri devam eden baş ağrısına mide bulantısı ve halsizlik de eklenmişti. Yürüyecek hali yoktu ama bir yandan da her günkü gibi Söğütlüçeşme’den Moda’ya kadar yirmi dakikalık yürüyüşün kendisine iyi geleceğini, eve vardığında başının ağrısının dinmiş olacağını umut ediyordu.
Ayat mı bu benimkisi be ya. Ep aynı ep aynı. Sabahleyin karga bokunu yemeden kalk. Paşamız uyurken akşamın yemeğini yapmak için mutfağa gir. Kaldırımla bir göt kadar pencereyi aç ki azıcık ava girsin içeri. Yemeği ocağa koyup kızanların beslenme çantalarını azırla. Akşamdan olduğu gibi bırakılmış odayı topla. Bütün bunlar bitince Paşamı kaldır. Üstünü giy. İşe gitmek için çık evden. İn cin top oynayan sokaklara vur kendini. Durağa vardığında kalabalığın nerden çıktığını anlama. Er sabah mı şaşırılır buna be yaa. Sanki gökten inmiş onca insan. Dip dibe sabah yolculuğu. Kimisi akşamdan piizlenmiş nefesi kokarken kimisi parfümle banyo yapmış sanki. Bir de simit kokusu. Garibanlar evde kahvaltı yapamıyo demek ki işe giderken karnını doyuruyo. Kimisinin cebinde beş kuruş yok belki, kimisinin elinde kafam kadar taş yüzük ışılıyo. Bunca yıldır git gel anladım ki bu metrobüs zengini de fakiri de bağrına basıyo. E bir de her gün olmasa da haftada bir kesin, tacizci şerefsizler. Sabah sabah bağırış çağırış. Zincirlikuyu da, itiş kakış iniyo insancıklar. Aralarında ben de sürükleniyom dışarı. Erkes bir tarafa ızlı ızlı koşuyo. Ben de içlerinde, koşuyom mesaiye. Akılcağızım kızanlarda, yaptılar mı kahvaltılarını diye. Kaldırım izasındaki göt kadar pencereli kapıcı dairemden çıkıp koşa koşa gidiyom tamamı camla kaplı binaya. Yerin dibinden göğe çık. Erbikes süslü süslü. Kart basıp koyun gibi demirin soğuğuna çarpa çarpa uğultu içinde giriyola. Op op tonton değiş tonton, Atçe oldu Atice Anım. Doktorum mübarek, giyiyom beyaz önlük. Dilimi bile düzeltiyom o demirin soğuğuna çarpınca. Çay dağıt bütün gün okumuşlara. Dağıt ki iyi çalışsınlar. Dertleri güçleri raporlar, para, toplantı, arada da kahve isterler. İşte o kahve içilirken de gıybet üstüne gıybet. Aynur Anım, patronla fingirdiyomuş. Töbe töbe… Atçe bunları niye yapar? Paşa’dan olma Atçe’den doğma kızanları da okusun, çayı kahveyi ayağına getirenler olsun diye. Ah bu yokuş ne zor geldi bugün. Soğuk soğuk ter akıyo sırtımdan sanki. Alim kalmadı. Bayılcam mı? Boynumun üstünde taş var gibi. Korna mı bu? Ne oluyo be yaa? Az kaldı, geldim. Paşa mı o? Bu kalabalık da ne? Işık? Offf. Kafamın içinde kornalar sanki. Karşıya geçemem ki. Şu kaldırıma az oturayım. Ayyy, Allah’ın belâları basmayın şu kor-na-yaaa…
Duygu, üç ay önce genel müdür olarak görev yaptığı şirketten istifa etmişti. Moda’da küçük bir dükkân kiralayıp kitap kafe açma hazırlıklarına başlamıştı. Proje yönetim becerilerini de kullanarak yıllardır tanıdığı, boyacı, marangoz, herkesi seferber edip üç ay içinde ‘Deniz Kitap Kafe’sini açtı. Kafesinin açılış kokteyli o gündü. Saat 16.00 itibariyle yavaş yavaş davetlileri gelmeye başlamıştı. Çoğu ayrıldığı şirketten çalışma arkadaşlarıydı. Aslında bu açılışı onlardan gelen ısrar üzerine yapmıştı. İlk gelen de eski patronu oldu.
– Hoş geldiniz Necmi Bey.
– Hoş bulduk Duygu’cuğum, ne kadar huzur dolu, sevimli bir kafe yapmışsın. Tebrikler.
– Teşekkür ederim. Huzuru sadeliğinden, sevimliliği de mekânın küçüklüğünden diyelim.
– Her işte olduğu gibi bunda da farkını göstermişsin. Ama yine de keşke bırakmasaydın bizi. Daha bir sürü başarının altına imzanı atacaktın. Emekli olduktan sonra açardın burayı. Ben hâlâ erken bıraktığını düşünüyorum iş hayatını.
– Sahip olduklarının değerini kaybetmeden anlayanlardanım diyelim biz buna.
– Haha, yapma ya, sen kaybetmezsin ki.
– Çok para kazanıp harcayamamak, hep daha fazlası için çabalamak, kendini ispat etme çabaları, ayak oyunları, arkadan iş çevirmeler ve her şeyden önemlisi stres…
– Burayı işletirken olmayacak mı bunlar?
– Tabii ki olacak ama ben izin verdiğim sürece. Şiddeti ve etkisi de farklı olacak diye düşünüyorum. Her şeyden önce hayâlimi bekletmek istemedim diyelim. Affedersiniz, arkadaşlar geldi. Hoş geldiniz.
– Duygu, tatlım harika olmuş. Bayıldım buraya. Hafta sonu da açık olacak mı?
– Pazar günleri dışında her gün açık olacak Aynur. Beğendiğine sevindim. Bu arada senin de Genel Müdür Yardımcılığını tebrik ederim.
– Bak gördün mü, bir de Cumartesi günleri çalışacaksın. Biz hafta sonu çalışmıyoruz değil mi Aynur? diyerek güldü Necmi Bey.
– Hepsini planlayacağım siz merak etmeyin, güvenebileceğim birini arıyorum, bulana kadar da sorun değil, keyifle ve kendi tercihimle burada olacağım, dedi Duygu.
Gittikçe kalabalıklaşıyordu kafenin içi. Sigara içenler, kafenin önüne, kaldırıma konulan kokteyl masalarının etrafında toplanmışlardı. Her gelen kafenin güzelliğinden etkilenip tebrik ediyordu Duygu’yu.
Utanıyorum sizden! Dayan dayan nereye kadar? Olmadı işte. Terfin de senin olsun, kocan da, çocuğun da. Çocuk da yaparım kariyer de. Nah yaparsın! Artık patron değilsin, lay lay lay… Fareli köyün kralı, farelerini de al doğru bokun içine. Dudaklarınla gör, gözlerinle duy, kulaklarınla konuş. Üç fare miydi bu? Maymundu onlar maymun! Fare görünümlü maymun… O da kavalcı. Ama kavalı ağzı ile çalamıyor. Yazık…
Hava kararırken davetliler de yavaş yavaş gitmeye başlamışlardı. En geç gelen eski asistanı oldu.
– Merve’ciğim hoş geldin.
– Hoş bulduk Duygu Hanım. Hayırlı olsun. Elinizin değdiği her şeyi güzelleştirdiğinizin kanıtı. Sizi o kadar özledim ki…
– Sağol canım. Özledikçe gel beklerim. Bu arada çaycı Hatice Hanım ne yapıyor? O buralarda oturuyor diye biliyorum. Her gün Levent’e gidip gelmenin zorluğundan bahsederken duymuştum. Benden çekinirdi ama ben onu severdim. Bir ara söyle de bana uğrasın.
– Olur olur söylerim. Bu sıra iyice zayıfladı. Çocuklarından biri grip olmuş geceleri uyumadan işe geliyor. Geçen gün izin istedi, Aynur hanım izin vermeyince yine sesini çıkarmadı. Ne yapsın?
– Tamam canım, haber bekleyeceğim senden, diyerek Merve’nin yanından ayrıldı Duygu.
İçeride birkaç davetli kalmıştı onlar da mekândan ayrılmadan kitaplara bakıyorlardı. Herkesle tek tek ilgilenen Duygu yorulmuştu ama eski iş arkadaşlarını birer birer uğurlarken de yıllardır sırtında taşıdığı yüklerden kurtuluyordu sanki. Organizasyon firmasının görevlileri dışarıdaki kokteyl masalarını toplamaya başlamışlardı. Duygu da kalan misafirlerini uğurladıktan sonra bir kahve yaptı kendine. Dışarıdan “Yardım edin! Ambulans çağırmak lâzım! Dikkat! Kafasını koruyalım!” bağrışmalarını duyup dışarı çıktı. Kapısının önünde bir kadın, çırpınıyordu. Duygu “Ne oluyor!” derken kalabalığın arasından yerde tüm vücudu titreyen, ağzından köpük gelen kadının yüzünü gördü.
“Hatice Hanım!” diyerek çığlık attı.
Bu arada Ambulans gelmişti. Sağlık ekiplerinin müdahalesi ile birlikte Hatice bir iki dakika sonra kendine geldi. Hastaneye gitmeyi reddetse de Duygu bırakmadı. Onunla birlikte hastaneye gitti. Doktorların söylediğine göre Hatice’nin bağışıklık sistemi çok zayıflamış beyni bir uyarı vermişti. Herkesin hayatında bir kere geçirme ihtimali olan epilepsi krizi kendine getirmişti onu. Duygu Hatice’yi evine bırakırken yeni açtığı kafeden bahsedip onunla çalışmayı teklif etti. Hatice’nin yüzü aydınlandı. Artık soğuk demire çarpmayacaktı.
Duygu Kalamış’taki evine gittiğinde Deniz çoktan uyumuştu. Kendine bir kadeh şarap hazırlayıp salonda, pencereyi ardına kadar açtı. Kınalıada’ya karşı, koltuğunda yerini aldı.
Ne gündü ama. İşte şimdi yine, yeniden başlıyorum…
Hatice ise aynı anda Paşasına; “Paşam üzülme artık, rahat ol, iyiyim ben be yaa. Bayılmam ayra vesile oldu bak!” diyordu…
Bu hikâye, 16.11.2020 tarihinde yazdığım ‘Sessizce’ hikâyesinin devamı niteliğindedir.