Boğazı ve esintisini oldum olası sevmişimdir. Denizin kıpırtısını duymak, havadaki iyot kokusunu içime çekmek, gün batımındaki yansımaları izlemek garip bir huzur verir bana. Sanki bu şehirden başka bir yerde hiç yaşamamışım gibi. Ankara’da doğup yirmi iki yılımı orada geçirmemişim gibi. Buraya aitmişim gibi.
Bugün Umut’un üniversiteden mezuniyeti ile benim kırk sekizinci doğum günümü birlikte kutluyoruz. Sık sık geldiğimiz restoranın iskelesinde Umut, Metin, son bir yıldır bizimle yaşayan annem ve ben. Sadece dördümüz, ailece.
Umut ile Metin her zamanki gibi birbirlerine takılıyorlar.
– Babacım, artık bana hukuk büronda şöyle genişinden, havalı, büyük bir oda verirsin herhalde? Ne de olsa bugüne bugün birincilikle mezun oldum. Bir sürü teklif var. Vermezsen onları değerlendiririm bak ona göre.
– Bakacağız bakalım, stajında gösterdiğin başarıya bağlı.
– Anneanne, sen ne diyorsun? Bu damat akıllı olur, biricik torununu üzmez değil mi?
– Üzmez kızım, üzerse kulaklarını çekerim ben onun, deyince hepimiz gülüşüyorduk ki bir çift el gözlerimi kapattı.
– Ne oluyor? Bak ya, sürpriz mi yoksa? derken “Sürpriiizz!” diyen
Müjgân ile Leyla yanımızdaydı.
– Hepinizi bir arada görmek ne güzel oldu, dedi Müjgân.
– Evet, Umut’u da anneni de çok olmuştu görmeyeli, diye devam etti Leyla.
Biraz daha ayaküstü konuşmadan sonra onlar da “Mutlaka en yakın zamanda toplanalım,” diyerek masalarına geçtiler. Benim de Metin’in de biraz keyfimiz kaçtı ama belli etmemeye çalıştık.
Leyla ile Müjgân ikimizin de çocukluk arkadaşıydı. Onlar, Metin ile birlikte üniversiteyi İstanbul’da okumuşlardı. Ben Ankara’da kalmıştım. Zaman içerisinde uzaklaşmışlardı benden. Ailelerinden ayrı yaşamanın büyüsüne kapılmışlardı. Sonra sevgilileri olmuş. Okul bitince hemen evlenmişler. Müjgân hiç iş hayatına girmemiş, evlilik sonrası da hemen çocuğu olmuş. Leyla ise, birkaç yıl Metin ile birlikte küçük bir hukuk bürosunda avukatlık yapmış. Kocasının kendisini aldattığını öğrenince boşanmış ve bir daha evlenmemiş. Bütün bunları bana Metin anlatmıştı. İstanbul’a geleceğimi onlara haber verdiğimde telefonda çok sevinmişlerdi ama sadece bir kere evime gelmişlerdi. O da bir saatliğine. O günden sonra da iyice uzaklaşmışlardı. Sanırım utanmışlardı benden. Şimdi de ben onlardan utanıyordum aslında… Metin ile de aralarına zamanla mesafe girmişti. Ama yine de yılda bir iki defa toplanıp eski günleri yad ederler. Ben çok konuşmalara katılmasam da…
Sürpriz karşılaşma sonrası, bir anlık ortam sessizleşse de bol sohbetli, bol kahkahalı bir kutlama oldu. Boğaz havası, şarap derken keyfimize diyecek yoktu. Metin, hesabı istedi. Ben de dört saattir oturduğum yerden hiç kalkmadığımı fark edip, tuvalete gittim. Kapıda Müjgân ve Leyla’yla karşılaştım.
– Elif ya, ne güzel oldu karşılaşmamız. Mutlaka toplanalım en kısa zamanda.
– Olur toplanırız.
– Bana gelirsiniz. Bahçede barbekü yaparız. Uzun uzun otururuz. Bu arada, Umut Salih’e ne kadar çok benzemiş. Görünce şaşırdım valla. Salih’in saçını uzatmış hali. Ben şok.
– Evet benziyor. Ben artık gireyim, görüşürüz, diyerek kendimi içeri attım.
Eve geldikten sonra içilen şarabın da etkisiyle, hepimiz odalarımıza çekildik.
Metin hemen uyudu. Ben uyuyamıyordum bir türlü. Kalktım. Sakinleştirici bir çay mı içsem diye düşünürken kendimi tavan arasındaki odada buldum. Elektrik düğmesine bastım. Sarı ışıkla birlikte gördüğüm üzerlerini toz kaplamış, düzenle yerleştirilmiş irili ufaklı kutular. Uzun süredir bu odaya girilmediği nasıl da belliydi. Aynı düzenlediğim günkü gibi duruyordu. Sadece çok tozlu. Solda Metin’e ait kutular, sağda bana ait kutular. Bir de Umut’un sakladığımız birkaç parça eşyası. Sağ taraftaki kutuların ön yüzlerinde siyah keçeli kalemle büyük harflerle yazılmış yazılara takıldı gözüm. ODAM, ALBÜMLER, GÜNLÜKLERİM, IVIR ZIVIR…
ODAM yazan kutunun önünde durup elimi kutunun üzerinde gezdirdim gülümseyerek. Parmaklarım sanki bir yol çizmişti kutunun üstünde. IVIR ZIVIR yazan kutuya baktım ama bu sefer sesli güldüm. Gülerek sağ tarafta, duvarda asılı duran toz püskülünü alıp kutuların üzerini kaplamış tozu temizledim biraz. Köşede duran tabureyi kutuların önüne getirip onun da üstündeki tozu temizleyerek oturdum. GÜNLÜKLERİM yazan kutuyu çektim önüme. Kapağını açıp rengârenk günlüklerimi görünce anladım niye burada olduğumu. İlkokul dördüncü sınıfta Müjgân ve Leyla ile başlamıştık günlük yazmaya. Metin ile evlenmeden önce tuttuğum tüm günlükler buradaydı. Tarih sırasında koymamışım ama olsun. Teker teker çıkarmaya başladım kutudan.
Elime ilk aldığım üstünde“1995-1996 Ben Varım” yazan sarı kaplı günlüğümdü. Biraz tedirgin oldum ama açtım ilk sayfasını.
Annem, babam, kardeşim neredeler? Salih? Ya beraber büyürken ortak hayaller kurduğumuz Müjgân, Leyla? Metin?
Hepiniz varsınız ama aslında yoksunuz. Daha doğrusu vardınız ama artık yoksunuz! Hatta eski ben bile…
Hep kaybettim. Çocukluk, gençlik, hayallerim, siz… Öyle kaybettim ki kaybetmekte bağışıklık kazandım.
Bu durumun sorumlusu kim? Ben miyim? Hayır. Babam? Diğerleri beni, hissettiklerimi fark etmediler, edemediler belki. Ama o, her şeyin farkındaydı. Ben hiç olmadım onun için. Olmamalıydım…
Varlığımın da yokluğumun da kimsenin umurunda olmadığını anladığım an yokmuşum gibi davranmaya başladım. Ama artık varım. BEN VARIM!
12.05.1997
Yirmi üç yıl önce var olmaya çalışan ben…
Sayfaları çevirmeye devam ettim. Başkasının hikâyesini okur gibi hissediyordum. Başım döndü, tabureden kalkıp yere oturdum, kutuyu yanıma çektim, sırtımı da duvara yasladım. Sayfaları çevirmeye devam ettim. İki üç gün arayla devam ediyordu günlük. Çevirdim, çevirdim…
Üstünde “1982-1983” yazan turuncu kaplı günlüğü aldım elime. Çocukluğum diyerek rastgele bir sayfa açtım.
Babam bugün Cemil’e üç top dondurma aldı. Cemil “Ablama da alalım,” dedi. Bir top kaymaklı dondurma. Ben aslında çikolatalı seviyorum ama olsun. Öyle güzeldi ki çabuk çabuk yemeğe başladım. Sonra yavaşladım, bitmesini istemiyordum çünkü. Cemil’inki geç bitiyor. Ama o erkek. Babamın oğlu.
14.07.1982
Üstünde “1989-1990” yazan çiçekli günlüğüm. Bu defteri Metin hediye etmişti.
Bugün evdeki işleri erken bitirip kapının önüne çıktım. Metin kitap getirecekti bana. O da olmasa kitap okuyamayacağım. Cemil’in bilim kurgularına o kadar çok para veriyor ki benim kitaplarıma ayıracak parası yok babamın. Metin gitmese İstanbul’a…
Akşam Annem ile babamı konuşurlarken duydum. Babam “Edebiyat okuyacak da ne olacak?” diyor. Annem ısrar ediyor. “İstanbul dedin, gidemez dedin, itiraz etmedi. O da seni dinledi bak, burada okuyacak işte…” Bir tek annem güveniyor bana, bir tek annem seviyor. Ben annemin kızıyım, babamın değil.
08.09.1990
Sayfaları hızla çevirip rastgele okuyarak devam ettim. Üniversite günlüğümü okurken arkadaşlarıma özlemi nasıl da sayfalara dökmüşüm. Göz kapaklarım ağırlaşmaya başlamıştı. Okuduklarımı kutuya koyarken altta mavi kaplı, üstünde“1996-1997 Arası Umut-Ben Yeniden Başladım” yazan mavi kaplı günlüğü şöyle bir karıştırıp kenara bıraktım gülümseyerek. Şimdi tüm yaşadıklarım kutunun içindeydi tekrar. Gözüm “Ben Varım” yazısına takıldı, tekrar aldım o günlüğü elime…
Güle güle Salih. Baba olamadan gideli bugün kırk gün oldu. Üzgün müyüm? Hayır… Ama herkes gibi bir uğurlama hak ediyordun. Bunu da ben üç beş kişiyle de olsa, hakkıyla yaptığımı düşünüyorum.
Üç yıllık esaretin sonunda, emekli muhasebeci Salih’in evi, arabası, harcamaya kıyamadığı bankadaki birikimi de karısı olarak bana kaldı.
Aslında iki hafta önce başladım seni yolcu etmeye. Önce kokunun sindiği, en kötü gecelerimi geçirdiğim yatağı değiştirmekle başladım. Sonra salondaki yirmi yıllık gülkurusu kadife çekyatlar. Heyecanla seçtim krem rengi yeni koltuk takımımı. Modern bir televizyon ünitesi aldım. Bir de üstüne plazma. Sonra bir sürü de süs eşyası, vazo, çiçek, biblo, duvarlara asmak için tablo, çerçeve falan… Sen de aynı babam gibi süs eşyalarına verilen paraya acırdın, aldırmazdın hiç. “Ivır zıvıra para mı vereceğiz?” derdin. Bir tek pencerenin karşı duvarını boydan boya kaplayan, evlendikten sonra aldığımız konsolu değiştirmedim. Ben seçmiştim onu. Yirmi iki yıllık hayatımda ilk defa benim seçtiğim bir eşyaydı, kalmalıydı. Bütün evi badana boya yaptırdım yeni eşyalarım gelmeden önce. Evin bütün panjurlarını, camı çerçeveyi, yerleri, tüm eşyaları, sanki senin kokunu, izlerini çıkarmak istercesine ovarak sildim. Kendi ellerimle diktiğim bembeyaz tülleri astım pencerelerime. Yatağıma annemin çeyizime koyduğu kırmızı çiçekli nevresimleri paketinden çıkarıp serdim. Çaresiz, kadersiz annem. Bu hayatta tek güvendiğim, tek inandığım annem. Sen de yoksun yanımda ama biliyorum sen hep beni düşünüyorsun. Ben nasıl istemeden bir adama, başka bir adam yüzünden boyun eğdiysem bu okumuş halimle. Sen de… Kızların kaderi annelerinin kaderi oluyormuş demek ki. Ama ben bu kaderi değiştireceğim anne. Sen iyi ol ve sabret.
Dün geldi eşyalar. Tertemiz, pırıl pırıl oldu her yer. Bir tek senin kıyafetlerini çıkartamamıştım evden. Hatice abla, “Kırkı çıkmadan olmaz,” demişti. Eh artık vaktiydi.
Göbeğinin ağırlığını taşıyamadığı için yıpranmış kemerlerini koliye koyarken kesik kesik nefes alıp verişini duyar gibi oldum. Kısa bir konuşma gibiydi çok uzun gelen üç yıllık evlilik. Temiz bir adam değildin ama bir beyaz takıntın vardı. Gömleklerin beyaz, çorapların beyaz (en nefret ettiğim. Bir de çok kötü kokarlardı, babamın ki gibi). Yazın hep beyaz tişört giyerdin meselâ. Kışın da siyah kazak. Renk bilmezdin ki. Pijamaların ya siyah ya beyazdı. Üç yılda sadece bir kere birlikte alışverişe gitmiştik. Ben hep renkli kıyafetlere bakarken sen sadece siyah ya da beyaz. Takım elbiselerin de hep siyah, bir tane kahverengi… Bornozun, havlun dâhil hepsi tek koliye sığdı. Hatta portmantodan ayakkabılarını, terliklerini de getirip üstüne koydum. Hiçbir şey kalmadı sana ait. Kapattım kolinin üstünü, sıkıca bantladım. Üstüne de SALİH DOLAP yazdım keçeli siyah kalemle. Sen, hep sağırdın, ben de kör. Hatta son zamanlarda ben dilsiz de olmuştum. Sen beni hiç duymak istemedin, ben de seni görmek. Sen elli yıl bekledin evlenmek için. Sonunda beni seçtin. Ben ise daha yolun başında babamın sözüyle senle evlendim. İstemeden. Başta babamdan kurtuluyorum, uzağa gidiyorum, İstanbul’a gidiyorum dedim. Hatta hayaller bile kurdum, kendi evim olacak diye…
Sen gitmeden önce odaların panjurları hep kapalıydı. Oysa bugün tüm panjurları açtım sabahın erken saatlerinde. Hatta tüm pencereleri de… Sevmeyi sahip olmaktan ibaret gördün sen. Ben sadece seninle varmışım gibi…
Bugün havada hafif bir bahar esintisi vardı. Sanki senin özel eşyalarınla birlikte kokunu da evden çıkartmak için esiyordu. Koliyi alıp sokak kapısının önüne koydum, kapıcıya haber verdim alsın diye. Döndüm, benim eşyalarımı benim dolabıma, çekmecelerime özenle yerleştirirdim. Salih’in evi artık benim evim.
Şimdi üzerimde bornozum kendime bir bitki çayı yaptım. Belki yorgun olmam lâzım ama çok iyiyim. Senden bana tek kalan şey UMUT’la birlikte… Güle güle Salih Güle güle…
21.06.1997
– Eliiff! Elif!
– Ah be Elifim burada mı uyudun? Toz içinde kalmışsın, hadi bırak burayı böyle, in duşunu al, kahvaltı hazır, annen senin için yumurtalı ekmek yapmış…
15.02.2021